Evlilik doğası gereği sosyal olan insanın ürettiği ilk bireysel ve toplumsal kurumlardan biridir. Oldukça eski çağlarda ortaya çıkmış olan evliliğin, ortaya çıkışında çok çeşitli sebepler olduğu söylenebilir, bununla birlikte bu sebeplerden özellikle ikisinin ağır bastığı kanısındayım. Bunlardan birincisi ve birçoklarına göre aslî olanı, mülkiyet ile alâkalıdır. İnsan doğasının bir başka güçlü yönü olan “mülkiyet”in, evlilik ve aile benzeri bir kurum ve ilişki ile topluluk içinde belirli bireylerin dahilinde korunabileceğinin keşfidir, evlilik ve aileyi doğuran şey. Miras anlayışı, mal varlığını aile sınırları içerisinde tutmak, böylece akrabalık gibi bir mülk ve sosyal/siyasî etki yapısının da oluşması evliliği doğuran temel sebeplerdendir. Görece biraz daha duygusal olan ve bireyin ilişkisinin sonucu oluşan neslin birey ile olan ilişkisinin daha katı ve net kılınması, iki bireyin monogamik (veya poligamik) bir şekilde birlikte olmayı seçmesi ve bunun için de toplum içerisinde bilinen bir “yapı”nın geliştirilmesi, ikincil sebeptir.
İslam’ın bu bağlamda özel bir din olduğunu düşünüyorum. Zira birinci sebebin varlığını ve önemini göz ardı etmemekle birlikte, ikincil sebebin insanın ahlâkî ve duygusal yapısına, onu diğer türlerden ayıran bilincine daha uygun olduğunu fark etmiştir. Bu sebeple belki de, dönemdeki diğer dinlere oranla aslında katı bir evlilik kurumu getirdiği söylenemez. Aksine, İslam, var olan görece esnek evlilik yapısını korumuş, bu yapının ortaya çıkmasında rol almış fakat ikinci planda kalmış, “duygu”, “istek” ve “huzurlu birliktelik” kavramlarını vurgulamıştır; örneğin boşanmanın yasal olması, elbette üzücü kabul edilmekle birlikte dünyanın sonu gibi görülmemesi, peygamberin yaşadığı ve asr-ı saadet olarak anılan dönemde, salihliği ile tanınan nice şahsın birçok kez evlenip boşanmış olması, bu boşanmaların azımsanamayacak bir kısmının doğrudan maddî sebeplerle değil de, duygusal veya çift arasındaki iletişime yönelik sebeplerle gerçekleşmiş (ki bunun en ünlüsü Zeyd ile Zeyneb binti Cahş örneğidir) olması bunun en büyük kanıtıdır.
Bu yıllarda evlilik, iki kişinin karşılıklı beklentileri üzerinde anlaşarak birlikte olması ve bu birlikteliğin de toplum tarafından bilinmesinden daha öte veya farklı bir şey değildir. Maddî durumları sebebiyle karşılıklı beklentileri farklıdır herkesin; iki tarafı da 15 yaşında olan bir çift birbirlerinden türlü türlü yasal ve maddî sorumluluklar beklememektedir. Daha olgun, belki daha önce evlenip boşanmış bireyler ise yeni evliliklerinde doğal olarak ek yasal ve genel olarak maddî şartlar getirmek isteyebilirler. Bu sistemde ikisine de yer vardır; önemli olan bireylerin birbirlerinden ne beklediğidir, bu beklentiler üzerinde anlaştıklarında bir evlilik sözleşmesi söz konusu olabilir; özel bir beklenti yoksa, yazılı bir sözleşmeye gerek de yoktur. Bu sistemde evlilik oldukça bireyseldir. Toplumun bilmesi ise evliliği, nikahı meşru kılan şeydir ve evliliğin sosyal yönü büyük oranda bununla sınırlı kalır; nikahın meşruiyeti topluluk tarafından bilinmesine bağlıdır İslam’da. Nitekim bu sebeple nikah ritüelinde sembolik ve pratik olarak şahitler yer alır – bu sadece İslam’a özel de değildir, yukarıda bahsedilen evliliğin ortaya çıkışının temel sebepleriyle yakından alâkalı olduğu için, evliliğin yasal ve mülkî yönlerinin bir getirisi olarak, birçok halk ve kültür için geçerlidir; bugün modern seküler sistemlerdeki evlilik ve nikah anlayışlarında bile nikah sırasında sıklıkla “şahit” bulundurmak bu anlayışın ve benzeri gerekliliklerin sembolik ve pratik bir sonucudur.
Bununla birlikte, zaman değişmiştir. İslam’ın ilk yıllarındaki kadının statüsünü geliştirmeye yönelik çabaları, siyasî otoritedeki değişiklikle birlikte yönetimin kötüye doğru gitmiş, Peygamber’in ölümü sonrasındaki özellikle de siyaseten çalkantılı ortamda ve sonrasındaki saltanatın yükseldiği dönemde ataerkil toplumun büyük baskısını hissetmiş ve yok olmuştur. Evliliğin ortaya çıkışında rol oynamış ana, mülkiyet bazlı sebep tekrar yükselişe geçmiştir; kadının statüsüne olan negatif bakış açısıyla da birleşerek, kadının neredeyse mülk durumuna geldiği bir kuruma dönüşmüştür. Nitekim, Müslüman toplumların sosyoekonomik gücündeki artış ve fetihlerle birlikte ortaya çıkan kadınların sömürüsüne dayanan “harem” anlayışı bunun çarpıcı örneklerindendir. Öte yandan evlilik bireysel niteliğini kaybederek tamamen “kurumsallaşmıştır”. Nitekim Kur’an’ın övdüğü monogaminin neredeyse küçük görülerek, sanki Kur’an poligamiyi övüyormuş gibi poligaminin tavsiye edilir duruma gelmesi de benzeri bir trendin sonucudur. Aynı şekilde monogaminin övüldüğü veya kadın ve erkeğin varoluşsal olarak eşit görüldüğü bir algıda “harem” gibi bir kurumun da yeri olmazdı. Sınıfsal farklılığın, yine, İslam’ın ilk dönemindeki etkisinin azaltılması işlemi geriye doğru işleyince, evliliğin bundan da kötü bir şekilde nasiplendiği, kuşkusuz bir gerçektir; sınıf ayrımı aşkı ve evliliği de farklı zorluklara sokmuştur. Erken dönemden Orta Çağ’a hadislerde ve tefsirlerde “evlilik” algısının değişimi incelenirse, değişen sosyal, siyasi, ve ekonomik şartlar bağlamında evlilik algısı ve dinî evlilik söyleminin de nasıl değiştiği gözlemlenebilir. Avrupa’da da benzeri sosyal, siyasi, ve ekonomik şartlar bağlamında salınımlar gözlemlense de, “evlilik”in temel alınan dinî çıkış noktası oldukça farklıdır: Kilisenin anlattığı şekliyle Hristiyanlıkta evlilik, İslam’dakinden farklı olarak, iki yüzü de kurumsal olan çift yüzlü bir yapıdır: profan olanda kutsiyeti ifade eden bir kurum, kutsal olanda ise profanlığı (zira üremeyi) ifade eden bir kurum. Bu iki yüzü, imgesel olarak tarif etsek, birincisi için bir tabu olarak boşanma, ikincisi içinse din adamları ve evliliğin yasaklanması, diyebiliriz. Son tahlilde, evlilik bir kurum olarak Avrupa’da kadının nesne olarak kaldığı bir ilişkiyi tarif eder şekilde devam etmiştir yüzyıllarca.
Aydınlanma ve Erken-Modern döneme kadar. Avrupa kadına hak ettiği statüyü verme yolunda adımlar attıkça evlilik kurumunu da gözden geçirmiştir; kadının mülk olarak edinildiği bir kurumun ahlâksızlığı, kadınların sıklıkla bu kurum içerisinde yaşadıkları talihsiz olayların azaltılması bağlamında sayısız değişiklik yapılmıştır… evlilik gittikçe daha fazla devletin kontrolüne girmiş, ve en girişte bahsettiğimiz o “ikincil” ve daha duygusal olan sebep de dolayısıyla gittikçe etkisini kaybetmiştir. Burada itici güçlerden birinin Sanayi devrimi, erken dönemde bir “işçi olarak kadın” sonrasında ise “ev kadını olarak kadın” pratiklerinden beslendiğinin altını çizmeli. Evet, sonuçta yapılan değişikliklerin çıkış noktası kesinlikle haklıdır, fakat bu çıkış noktalarının ardında çok çeşitli sosyoekonomik sebepler ve ihtiyaçların yattığı (ki bunların bir kısmı ataerkillikle de ilişiktir) bir gerçektir ki en sonunda 90’larda Batı geriye dönüp baktığında evliliği bir yük, bir ceremeye dönüştürdüğünü de fark etmiştir.
Fakat evlilik gittikçe ağırlaşırken, insanlar biraz da yükselen bireyselliğin etkisiyle gittikçe evliliğin ortaya çıkışındaki ikinci sebebin önemini daha fazla anlamaya başlamıştır: sevmek, herkesin bilgisi ve gözü önünde sevmek, birliktelik. Evliliğin artan yüküyle bunu gerçekleştirmek gittikçe zorlaştığından, evliliğin ötesinde bir “birliktelik” kavramı ortaya çıkmıştır öyle ki “birliktelik” dendiğinde artık akla evlilik değil, evlilik dışı bir birliktelik gelmektedir, evliliğin de dilbilimsel ve mantıksal açıdan bir “birliktelik” olduğu göz ardı edilerek. Kısaca, kanımca, ”‘Birey’in Yükselişi” olarak tanımlanabilecek bir çağda, hiç olmadığı kadar bireyden ve bireysellikten kopuk olan evlilik anakronik bir kurum olarak kalmıştır… ve bireyler, geleneğe sırtını dönmenin zaten norm olduğu bu çağda, evliliği de gelenekten sayarak anlaşılabilir bir şekilde evliliğe sırtını dönmüştür.
Bireylerin beklentilerine göre değil de devletin beklentilerine göre, bireylerin özel ihtiyaçlarına göre değil de, toplumun genel ihtiyaçlarına göre, bireylerin özel zevklerine ve tercihlerine göre değil de kültürün ve geleneğin dayattığı zevklere ve tercihlere göre gerçekleşen bir evlilik, doğal ve haklı olarak, gittikçe gözden düşmüştür günlük yaşantıda. “Birliktelik”ler de facto “birliktelik” türü olurken, evlilik, aşırı derecede kutsal, yükümlülükleri sebebiyle gerçekçi bir şekilde zor, belirli bir maddî ve manevî yeterlilik söz konusu olmadan yanına bile yaklaşılmayacak bir şeye dönüşmüştür. Ayrıca ulus-devletin yükselişiyle birlikte, eskiden daha toplumsal olan “üreme” atfı, artık ulusal ve resmî bir geçerlilik kazanmıştır. Devletin nüfus planlaması ve politikalarının en temel birimi, ünitesi hâline gelmiştir “evlilik” ve onun doğurduğu “aile” algısı. Bunun ne denli heteronormatif ve devlet-merkezli bir yapı ve pratik olduğu pek aşikâr. Oysa, devletin ve toplumun beklenti ve ihtiyaçlarının ötesinde, bireylerin günlük hayatlarında yaşadıkları birliktelikler, toplumun bildiği ve bireylerin kendi karşılıklı beklentileri üzerinde gerçekleştirildiği için 7. yüzyıl Medine’sinde gerçekleştirilen evliliklerden, belki kültürel, sosyal, veya siyasi olarak çok farklı olsa da, kişisel çerçevesi ve yasal özellikleri bakımından çok da farklı değildir. Nitekim, çoğunlukla bir birliktelikteki kişinin, birlikte olduğu kişiden başka birisiyle bir birliktelik yaşaması da, “aldatmak” gibi görülür toplumda; “zina” olarak adlandırılır.
Fakat gerçek şu ki, adına “evlilik” denmese de, çeşitli karşılıklı yasal veya maddî beklentileri olan fakat resmî sistemdeki evliliğin getirdiği tüm beklenti, sorumluluk ve yükümlülükleri de karşılamak istemeyen çiftler, ara bir yarı-resmî çözüm arzulamış ve Batı da artan talebe cevap vermiştir. Bugün Batı ülkelerinde sayısız farklı birliktelik çeşidinin doğmasının sebebi de budur; karşılıklı sözleşmelere dayanan bu birliktelikler, evliliğin getirdiği tüm yükümlülükleri içermez, bireylerin arzuladıkları yükümlülükleri içerir. Bu aynı zamanda birlikteliklerin, toplum ve devlet tarafından dayatılan ve sınırları toplumun ve devletin beklentileri ve ihtiyaçlarınca çizilmiş, oldukça kısıtlayıcı ve hantal evlilik kurumunun ötesine geçmesini de sağlar, çeşitliliğe ve esnekliğe sahiptir.
Tüm bu tarihçenin ve yolculuğun en can alıcı noktası, bugün Türkiye gibi nüfusunun %99’u Müslüman olan bir ülkede, resmî evlilik düzenine bakıp, karşılaştırma yaptığımızda gördüğümüz sonuçtur. Bugün dindar camia, “kız arkadaş”, “erkek arkadaş”, “sevgili” gibi tanımları, “birliktelik” olarak görüp, meşruiyetlerini kabul etmeyerek, “evlilik” kurumunu – tabi ki çağdaş resmî evlilik kurumunu – tek meşru birliktelik olarak görür. Oysa bugünkü evlilik kurumu ile bugünkü sözleşmeli birliktelikleri veya genel olarak “birliktelik”leri, 7. yüzyıl Medinesi ile karşılaştırdığımızda, ikincisinin daha yakın bir tablo çizdiği göz ardı edilemez.
Bugün dindar camia, “kız arkadaş”, “erkek arkadaş” veya “sevgili” laflarını duyduğunda pek kızdığı gençliğini ne hâle soktuğunun farkında mıdır? 15-16 yaşından itibaren bu gençlerin duygusal, romantik ve fiziksel olarak bir birliktelik ihtiyacı hissetikleri, bilimsel ve doğal bir olgudur. Bir başka olgu da, aynı gençlerin bugünkü şekliyle evlilik kurumunu kaldırmalarının teoride de pratikte de imkânsız olduğudur. Henüz yasal olarak yetişkin bile sayılmayan bu gençlerin, tamamen doğal dürtülerini yok etmeleri mi beklenmektedir? Ne kadar? Kaç yıl?
Yasal olarak yetişkin sayılan bireylerin bile, ve hatta ötesi, öğrenimini tamamlamış veya bir şekilde bir meslek veya iş sahibi olan bireylerin bile, bugünkü türlü türlü resmî, legal ve geleneksel soslara sahip evlilik pastasını hemen yiyemeyeceği (veya en başta bu hâliyle yemek istememesi!) açık bir gerçektir. Evlilik denince akla, hangi ailenin yatak odasını yapacağı, alınacak yemek takımlarının kaç yüz parça olacağı geliyorsa, bu cidden ne kadar İslam’ın algıladığı evliliktir, ne kadar bireyseldir? Sonsuz bir birliktelik gibi görülen ve dayatılan, bireylerin kesinlikle birbirlerinden beklemediklerini de ekstradan bireylerden bekleyen bir birliktelik, maddî ve manevî yükü ile çifti ezen bir evlilik midir “meşru” birliktelik? İnsanın varoluş amacını üremek gibi gören ve iki kişinin duygusal ve/veya cinsel birlikteğini mühim ve değerli kılan tek şeyi üreme fonksiyonu sayan mekanik bir evlilik algısı ne kadar İslamîdir?
Gerçekçi olunursa, bugün dindar camianın gençleri de, camia bunu “meşru” görsün görmesin, “kız arkadaş”, “erkek arkadaş” veya “sevgili” sahibidirler. Zira evlilik kurumu, kapısı daha yıllar boyunca onlara kapalı duracak bir kurumdur; doğal dürtülerini tamamen bastırmaları ve yok etmeleri ise “genel olarak” pratikte imkânsızdır. Camianın sürekli evlilik dışı her türlü arkadaşlığa negatif yaklaşması sebebiyle, bu ilişkiler sıklıkla “gizli”gerçekleşmekte. İşte bu nokta, işleri tamamen ters çeviren noktalardan: eğer İslam’da ilişkiyi meşru kılan toplumun bilgisi dahilinde olması ise, gizli olan bir ilişkinin meşruiyeti tartışmalıdır. Bu da bizi garip bir çıkarıma götürür: “dinî bağlamda”, dindar olmayan gençlerin yaşadığı ilişkilerin meşruiyeti dindar olanların yaşadığından daha fazladır. İş salt dinî bağlamın meşruiyet düzeninde bir sorun olarak kalsa, yine iyi. Bu meşruiyet sorununu fark ettikleri için vicdan azabı çeken gençler, imam nikahı gibi hile-i şer çözümlere başvurmakta; hâlâ ilişki gizli olduğu için meşruiyet sorunu çözülmediği gibi, çift kendilerini çağdaş anlamda “evli” bir çift olarak gördüklerinden bir anda çağdaş evliliğin getirdiği beklentileri birbirinden bekleyebiliyorlar, işin problemli yönü şu: çağdaş evlilik kurumunun bu beklentilere karşı getirdiği yasal sınırlama ve sorumluluklar gayri resmî nikahta bulunmuyor. Bu da ilişkinin sömürüsünü oldukça olası kılıyor. Bu tip bir sömürünün getirdiği sonuçlar ise, ilişkinin gizli ve gayrî resmî doğası sebebiyle oldukça şiddetli ve sorunlu oluyor. Toplumun kadınlar konusundaki ataerkil tavrı da göz önünde bulundurulursa, bu ilişkiler özellikle de genç kızların sömürülmesine yol açabiliyor.
Bugün dindar camianın uğraşması, tartışması gereken, bir ahlâkî çöküş olarak gördükleri, gençlerde yaygınlaşan bu tip arkadaşlık ilişkilerinden öte, var olan ve İslam’daki esnekliği ve temel yönlerinin kaybetmiş evlilik kurumunu söküme uğratarak, yeni birliktelik ve evlilik algıları üzerine kafa yormak, yukarıda sadece bazı noktaları incelenen meşruiyet sorununa alternatifler üreterek cevaplar yaratmaktır. Örneğin Batı’da yaygınlaşan tarzda, İslam’daki “evlilik” algısına oldukça yaklaşan yarı-resmî birliktelik modellerinin de dindar ülkelerde kendisine yer edinmesi başlangıç için iyi bir adım olabilir. Bir Müslüman olarak kanımca, gençlerin doğal dürtülerini yok etmelerini beklemektense bu dürtülerini onların ve toplumun gelişimine zarar vermeyecek şekilde, İslam’ın özündeki evlilik ve birliktelik anlayışının sınırları ve toplumun bilgisi ve gözü dahilinde gerçekleştirmelerine olanak kılacak uygun alternatifler ve modeller öne sürülmelidir.
Bu yazı daha önce Kalemzen’de yayınlandı. Görsel: Sergey Parajanov’un Aşık Kerib filminden.