Necati Şaşmaz’ın dünkü konuş(ama)masıyla birlikte tekrar aklıma geldi. Yıllar önce, derin devlet lafını sık sık duymaya başladığımız zamanlarda, sıkı Kurtlar Vadisi izleyicisi bir arkadaşımla, diziyle ilgili sıkça tekrarlanan ”Kurtlar Vadisi kimse göstermezken Türkiye’nin gerçeklerini gösteriyor” efsanesini konuşuyorduk. Ben diziyi izlemediğim için ona şimdiye kadar dizide hangi gerçekleri gösterdiklerini sordum. Sabancı suikastı gibi birkaç olay sayarak, gerçekliklerini ispat için Soner Yalçın kitaplarından vs. kanıtlar alıntıladı. Konuşma ilerledikçe dizide yer almış bir o kadar da yarı-gerçek ve doğru olmayan olay ortaya çıktı. Bunlar arkadaşıma göre kurgu bir dizide normaldi, heyecan katmak için gerekliydi. Zaten herşeyi de doğrudan söyleyemezlerdi ya… Bunlar hassas işlerdi.
Konuşmanın sonlarına doğru, hiçbirinin adını ezberleyemediğim, zaten sürekli iyiyle-kötü arasında taraf değiştiren karakterlerin, çözüme ulaşmadan soru işareti olarak bırakılıp geçilen tonla detayın arasında boğulmuş, gerçekliğinden hiç şüphe duymadığım olaylardan bile şüphe eder hale gelmiştim. O noktada biri gelip ”senin ismin Deniz” dese, ”Ne malum?” diye soracak kadar paranoyaklaşmıştım. Dizide geçen 2 tane gerçek ve yarı-gerçekle sersemletilip, işine gelen, kendi dünya görüşüyle örtüşen 12 tane yalana inanan, ama uyuşmuyorsa, gözünün önünde gerçekleşen olaylara ”Altında bir bit yeniği vardır” diye inanmayan milyonlarca insandan bir tanesi de ben olmuştum yani.
Bir süreliğine bütün dünya, görünmez, bilinmez, nüfuz edilmez, alt edilemez güçler tarafından yönetilen bir hayaletli evdi. Sonra geçti… Bilmediğim şeyler olsa da bildiklerimize, yapabildiklerimize, doğru olduğuna inandıklarımıza odaklanmanın daha mantıklı olduğuna karar verdim. Herşeyin bir komplo olduğuna ve herkesin bizi kullanmak için pusuda beklediğine inanmamız tam da çaresizliğimizi, sürekli çocuk kalmaya mahkum oluşumuzu kabullenip, ”Madem yapabileceğim bir şey yok, o zaman kaderime razı olup yerimde oturayım. Elimin uzanmayacağı şeyleri bilenlerin benim adıma karar vermesini kabul edeyim.” dememizi isteyenlerin hoşuna gidecek şey olurdu, öyle değil mi? Bütün bu buhranın sonunda aslında en büyük komplonun, komplo teorilerine inanmak olduğuna karar verdim ve etrafımdaki dünya biraz olsun normalleşti.
Ta ki Gezi direnişi hepimizin ayaklarının altındaki zemini yeniden titretene kadar… Olayların ilk gününden beri göbeğinde olmamıza rağmen, ortalığın karışıklığından beslenip sürekli büyüyen bir şüphe içimi kemiriyor. Şüphenin boyutu, 3-5 kişi kendi aramızda, ”Eylemler biraz fazla mı orta sınıf, beyaz Türk acaba?” diye tartışmamızdan, başbakanın ve gazetelerinin dış mihraklar, şer odakları, faiz lobisi, Ergenekon’un beyaz kuvvetleri, twitter örgütü gibi laflar etmesine doğru level atladı, ama şüphe baki. Bir gece orduevi gaz maskeleri dağıtmaya başladı haberleri geldi; darbe mi oluyor diye endişelendik. Sonra Fransız liseleri kapılarını açtı haberi çıktı; misyonerler ortaya çıktı lafları çalındı kulağımıza. İyice İlluminati’ye bağladık. Barış sürecini baltalamak için milliyetçilik mi körükleniyor diye ayrı, cemaatle AKP’nin hesaplaşması mı diye ayrı soru işaretleri doğdu kafamda. Neden şimdi? Neden burada? Neden Erdoğan yangına körükle gidiyor? Neden AKP’ye yapışmışlığıyla tanıdığımız insanlar bir anda kırk yıllık muhalifmiş gibi bayramlık ağızlarını bu sefer AKP’ye karşı açıyorlar? Bu sokaktaki insanlar kim? Ne istiyorlar? Sonunda nereye varacağız? Binlerce soru… Allahtan bütün şüphelere ilaç gibi gelen Gezi Parkı ahalisi var. Orada kurulan hayat, insanların arasındaki dialoglar pek çok zaman, hiçbir talep kabul edilmese bile bütün bu olanlara değdiğini, bu deneyimi yaşayan insanlar sayesinde bu ülkenin farklı bir yer olabileceğini gösteriyor.
En fenası sorularımızın cevaplarını ararken kendi gözlerimizden, kulaklarımızdan başka güvenecek kimsemizin olmaması. Medyanın bir kısmı ‘A-a? Direniş mi, ilk defa duyuyorum.’ havasında, bir kısmı fırsattan istifade etimize budumuza Atatürk rozeti batırıcak. 1 yarı-doğruya ulaşmak için 10 tane desteksiz yalana muhtaç ediyorlar. Sokağa çıkınca bütün bu parti eksenli siyasetten bağımsız doğruları olan, kendi içlerinde yayılan yanlış haberleri yine kendi içlerinde yalanlayan bir kitle olduğunu görüyorsunuz, ama medya, hukuk gibi eski tip kurumlara yansıması yok bunun. Başbakanın, ülkenin bütün televizyonlarından ”Bayrak yaktılar”, ”Camiye ayakkaplarıyla girdiler”, ”Bunlar örgütlü/partili/ideolocik (ee, sen değil misin?)” demesinin yalan olduğunu sokağa çıkmayan ve twitter kullanmayan insanlara duyurmamızın imkanı yok örneğin. Eylemci kılığına girmiş provokatörler, provokatör kılığında polisler, solcu taklidi yapan faiz lobileri, teyzeymiş gibi yapan marjinaller derken insan neredeyse kendinden şüphe eder hale geliyor: Acaba ben de provokatör olabilir miyim diye.
Bilgi akışının bu kadar güvenilmez ve sınırlı hale gelmesi yalnızca derdini anlatmaya, polis şiddetini görünür kılmaya çalışan eylemcilerin yakasındaki bir dert değil ama. Sanırım artık herkes 25 yaşında gencecik bir kadının, Cumartesi günü 5 aylık bebeğiyle birlikte inanılmaz şekilde şiddet gördüğünü duydu. Çıkan haberlere göre 70-80 kişilik bir gruptan fiziksel şiddet gördü, bebeğinin arabası parçalandı, başından örtüsü çekildi, ne yazık ki duvarlardaki cinsiyetçi sloganlara baktığımızda da şiddetini tahmin etmekte zorlanmayacağımız yaralayıcılıkta hakaretlere, küfürlere maruz kaldı, kendine geldiğinde üzerinde idrar kokusu olduğunu söylüyor. Bütün bunların mobese kayıtlarında olduğu ve savcılığa iletildiği de yazılmış. Yani işin içinde hükümetten, basından, emniyetten ve savcılıktan ayrı ayrı teyitler var, bir de (henüz ortaya çıkmamış olsa da) görsel kanıtlar olduğu söyleniyor.
Fakat, bu kadar resmi kurumun onayına rağmen, eylemlerde yer almış pek çok insan gözüyle görse bu olaya inanmayacak halde. Hükümetin bütün devlet aygıtlarını kendi elinde tuttuğunu ve bunları çıkarına uygun şekilde seferber edebileceğini, kendi tabanını ajite etmek için yalan söyleyebileceğini kendileri deneyimleyen insanlar, polisin mobese kayıtlarını da görseler: ”Yalandır, kendi adamlarıdır, saldırır gibi yapmışlardır” diyecekler. Çünkü daha önce polislerin eylemci kılığında taş atma tiyatrosu sergilediğini ve bunun gazetelere nasıl yansıdığını kendi gözleriyle gördüler. Mahkemeden karar çıksa: ”Kendi savcılarıdır, daha önce binlerce masum insanı hiçbir kanıt olmadan hapse atan hukukçular, hükümet ne istiyorsa o kararı vermiştir” diyecek. Hükümetin ve basının dedikleri zaten inandırıcılığını çoktan kaybetti. Tam bir yalancı çoban hikayesi. Kendi vatandaşının bir kısmını çapulcu, ayyaş, marjinal ilan edip gözden çıkarmış olan devletin, ”bizdendir” deyip sözde kol kanat gerdiği kesimlere de zararı dokunur hale geldi.
Ben açıkçası çok yoruldum bu dezenformasyon savaşından… Her şeyin biraz billurlaşmasına ihtiyacım var. Bu olayın suçlularının bir an önce bulunup cezalandırılmasını, herkesin çoktandır yorulduğu iki kutuplu bir savaşın ilk kurşunu olmasına izin verilmemesini, bu tür olaylarda öfkenin ilk döndüğü grup olan kadınların söylediklerinin dikkatle dinlenmesini ve ciddiye alınmasını istiyorum. Bilemeyeceklerimiz üzerinde mantık yürütmekten, herşeye ”Ne malum?” demezsek saf yerine konmaktan, yanımdaki insanlardan şüphelenmekten sıkıldım. Doğru bildiklerimize sarılıp, birbirimize sahip çıkalım. Kaybolmamak için tek çaremiz bu gibi.