Editörlüğünü Umut Tümay Arslan’ın yaptığı Cuma Fragmanları bir kısmı kalıba girmiş, bir kısmı dışarıda kalmış ya da şekilsiz bir kadınlık tecrübesiyle, yarı-pişmiş bir kadınlık tanımıyla bir biçimde bağlı, herhangi bir film, roman, şiir, sanat, kültür ürünü, büyük meseleler-küçük meseleler-orta meseleler, ama en çok yazmak, yazının gücü ve güçsüzlüğü ve kadınların yazması hakkında.
“Karalanan şey bir hırsızın gecedeki izi gibi hafif bir ışık saçar karanlıkta.”
George Tabori, Kavgam
Mehtaplı bir gece. “Manastırın hurma ağaçlı bahçesinde bir sürü kurbağa ötüyor.” 1917’nin Mart’ındayız. Bu eski binanın “Akdeniz’e ve Lübnan’a bakan açık koridorlarında bir rahibe hayatı” yaşıyor Halide Edib iki aydır. Suriye’ye geldi geleli hayatın nasıl geçtiğini pek bilmiyor zaten; “gündüz, gece birbirini baş döndürücü bir sür’atle” takip ediyor. Şimdi, büyük pencereleri bahçeye bakan odasında, yazı masasının başına geçmiş, “uzun ve sıkıntılı şeyler” yazıyor. Bu memleketin eleminde “o kadar derin ve ezilmiş bir şey” var ki insanın hep ağlayası geliyor. Bilhassa Ermenileri anlatmak istiyor, “çöllerde ot yiyerek karınları şişmiş, kimi anasını, kimi babasını” kaybettikten sonra “buraya düşmüş” çocukları. İçlerinden biri var ki “mahzun büyük gözleriyle” durmadan etrafında dolaşıyor, “lüzumlu lüzumsuz” elini öpüp ağlıyor. 12 yaşlarında bir Ermeni kızı. Annesi açlıktan ölmüş. Babası yanında öldürülmüş. Bahçede başka facialar da var. “Sırf burada yaşama hakkını bulan bir sürü bedbaht Ermeni”nin arasında “oğlunu yanında öldürürlerken birdenbire dilini kaybeden” birini anlatıyor. “Ayakları çıplak, gözleri elem içinde, mütemadiyen işaretle felaketini haykırıyor”, “oğlunun kalbinden kurşun geçerken çıkan sesi göklere uluyor.” “İşte bunlardan binlerce, yüzlerce var.” “Yetimhaneler hayatta bir şeyin telafi edemeyeceği şeyi kaybetmiş yarı aç bedbaht çocuklarla dolu.” “Bizim için bir şey yap diyorlar” Halide Edib’e. Halide Edib ne yapabilir ki? Kendi hayatıyla “bu fena ve çirkin şeyin bedelini ödeyebilse” ödeyeceğini yazıyor. “Fakat benim hayatım nedir ki?” diye düşüyor hemen sonra satıra, “hiç, hem de pek gülünç ve küçük bir hiç.” İstanbul’a, Maliye Nazırı Cavid Bey’e, iç siyasette “daha liberal bir tahavvül” umuduyla yazılan bir mektup bu. Yeni kabine Ermenilerle ilgili bir şey yapamaz mı? “Bu emsalsiz zulüm ve cinayetin netayicini tahfif edemez mi? Şimdi bugün yaşayanlara insan hakkı veremez mi?”[1]
“Manastırın yalnız ve açık koridorlarında eriyen” başka bir geceyi “Tanıdığım Çocuklardan” başlıklı hikâyede betimliyor Halide Edib. Gecenin “bir göğü kurşuni ve yumuşak Akdeniz’e, bir de Cebel’in yeşil hurmalar üstünde yükselen karlı başına” baktığına göre, bu manastır aynı manastır olmalı, hurma ağaçları o ağaçlar..“Suriye’nin göğü yıldızlarla ılık ve muhteşem yine”. Bir kadın düşüncelere dalmış. İki rahibe geçiyor önünden, “beyaz başları siyah uzun örtüleriyle”. Hikâye şimdisi 1918; savaş bitmek üzere, “felaket son azgın dönemini yaşıyor”. “Bir şahıs gibi değil, bu acı ve acıklı kütlenin bir parçası gibi hissediyor” kendini kadın. Ama bu gece içinde hepten “katı bir şey” var. İki çocuğu düşünüyor. Aslında bir sürü bedbaht çocuk var hikâyede. Hatta her yerdeler. “Çamların arasında çıplak, arkası kamburlaşmış, saçları dökülmüş, yüzü değişmiş çocuk yıkıntıları” var. “Bahtsız başları önlerinde” duruyorlar. “Yeşil suratlarında ihtiyar, çukur gözleri, derin buruşukluklarıyla göklere karşı” bağırıyorlar. Açlar. “Hayatta bir şeyin telafi edemeyeceği şeyi yitirmiş” Ermeni çocuklar mı bunlar? Bilmiyoruz. Hikâye bu çocukları tanımıyor. Kimliksiz, isimsiz “aç çocuk kafilelerinin” kenarından geçirip “birisi Arap, birisi Türk” iki çocuğun hatırasına götürüyor bizi anlatıcı; savaşın ilk yıllarında İstanbul’da rastladığı Rüstem’i ve Beyrut’a inişlerinden birinde karşısına çıkan isimsiz Arap kızı anlatıyor. “Saygıyla, acımayla, gözyaşıyla karışık bir bağ, bir aşinalık” var içinde bu ikisine karşı. “Eş ruhlu iki mahluk” diye düşünüp sevdiği çocuklar bunlar. Suriye’de, hayatının “çocuklar devri” dediği yılında, yüzlerce Ermeni yetimin Felaketinin ortasında ve onları silerek çağırdığı, tanıdığı Müslüman çocuklar.[2]
Halide Edib’in Beyrut’un kuzeyindeki Antura Yetimhanesi’nden Maliye Nazırı Cavid Bey’e yazdığı 1917 tarihli mektupla 1922’de basılan Dağa Çıkan Kurt’ta yer alan “Tanıdığım Çocuklardan” başlıklı hikayesi arasında birçok paralellik vardır. Manastırın hurma ağaçlı bahçesinden metinlerden geçen rahibe imgesine, açlığın sakatladığı çocuk bedenlerden Suriye’deki bir okulun idaresinden sorumlu olduğunu anladığımız kadın anlatıcıya kurmaca, yaşam deneyime yaslanır ve otobiyografik pek çok öğe barındırır. Ama iki metin yalnızca ortak unsurlarıyla değil, birinin diğerinden eksilttikleriyle de birbirine bağlanır. Anne babaları gözlerinin önünde öldürülürken sağ kalmış, çölleri ot yiyerek geçmiş, sırf Suriye’de yaşama hakkı bulmuş, telafi edilmez bir kaybın şimdisindeki Ermeni çocuklar 1917’den 1922’ye, mektuptan hikâyeye, özelden kamusala ve kişisel tanıklıktan edebi tanıklığa aktarılmaz; yazıdan silinirler. İki metin arasındaki bu eksiltme hamlesi, Ermeni çocuklarla birlikte onların Felaketine tanıklığını da anlatıdan söküp çıkaran Halide Edib’in yazıyla kurduğu ilişkide yeni bir dönemeci işaretler.
Bu yeni dönemeçte iki ayrı hakikati, iki kaybı, Türklüğü ve başkalığı aynı anda ya da Ermeni çocukların Felaketiyle Müslüman/Türk çocukların içinde oldukları sefaleti, savaşın, kıyımın bu iki ayrı veçhesini bir arada tutamaz yazı. Birini silmeden diğerini var edemez; Türklerinkinden başka kayba, başka yaraya ya da yasa açılamaz. Ama Türk ulusal anlatısının tek millet, tek din, tek tanıklık, tek yas gramerinin sınırları içinde kalmaya yönelik kesin çaba anlattığı Türk karakterleri, Türk yaralarını, Türk felaketlerini, Türk kahramanlıklarını da havasız bırakır; yazı kendi içine doğru küçülürken, parlatmaya ve sabitlemeye çalıştığı anlam giderek cansızlaşır, söner. Mesela “Tanıdığım Çocuklardan”, sildiği Ermeni çocuklardan kalan boşluğu yazının merkezine “birisi Arap birisi Türk” iki çocuk koyarak doldurmaya çalışırken, Çemberlitaş’ta gazete satarak ailesini geçindirmeye çalışan küçük Rüstem’i de hasta annesinin sağ kolu olan isimsiz Arap kızını da kartonlaştırır. “Kahraman yüzleri” ve “güzel ruhlarıyla” yıkılmadan, kudretle ailelerine bakan bu Müslüman çocukları kolektif hafızaya ve tarihe yazmak isteyen hikâye, hareketsiz, cansız, duyuşsuz bir geçmiş zamanda sabitlenir. Ama yazı elbette sildiğinin, kendini eksiltenin izlerini taşır da gösterir de. İsimsiz, kimliksiz çocukların yıkıntılar, yığınlar ve kafileler halinde metnin çeperinde sürekli kıpırdanışlarının, İstanbullu Rüstem’in ve Arap kızının dondurulmuşluğuna durmadan musallat olduğu bu küçük hikâyede Halide Edib’in 1920’li yıllar boyunca Ateşten Gömlek, Vurun Kahpeye, Kalp Ağrısı ve Zeyno’nun Oğlu gibi Türk ulusal anlatısının duyusal rejimini şekillendirdiği büyük romanlarında göreceğimiz bir merkez-çeper geriliminin ipuçları vardır.
Halide Hanım, 1917 yılında Osmanlı topraklarındaki en ünlü kadınlardan biri, bugün adını ve mirasını yapan söylem halkalarından birçoğunu çoktan üretmiş bir kadındı. Bir kez “kadınlığın değişmez biçareliğinden” uzaklaşıp kendine önce Meşrutiyet ortamının canlanan politik ve entelektüel ortamında, sonra Türkçü çevrelerde yer edindikten sonra yolu kadınlarla pek kesişmedi. 1908 sonrası ivme kazanan kadın hareketine değil, erkeklerin dünyasının, büyük siyasetin ve iktidarın, perişan Osmanlı’dan yeni ve modern bir millet yaratacak kararların verildiği salonların yörüngelerinde dolandı benlik arzusu. Harap Mabetler’in kendini dünyayla tamladığını tahayyül eden genç kadınının, Türklüğün tek tamlayan olduğu bir ideale yüzünü çevirişi metinlerine de hızla yansıdı. Türklüğün yeni mübeccel unsur olarak kuruluşuna tanıklık eden anlatılarında önce Meşrutiyetin “Hürriyet, Musavvat [Eşitlik], Uhuvvet [Kardeşlik]” sloganına bağlılıkla, bir Osmanlı vatandaşlığı fikrini, Osmanlı kimliği arayışını metinlerine taşıdı. Seviye Talip’te (1910) “vatan ile dinin birbiriyle münasebetinin olmadığını”, “bir Rum Osmanlı’nın, bir Ermeni Osmanlı’nın bir Türk bir Müslüman Osmanlı kadar vatanı sevebileceğini” söylüyor;[3] yeni bir Türklük arayışını konu ettiği Yeni Turan’da (1912) bile büyük hatip Oğuz “bu toprakta, ülkede mazisini, hayatını, ecdadını ve tarihini saklayan bütün Türkiye toprağının çocuklarını”, “Kürtleri, Arapları, Ermenileri, Rumları, hepsini” Yeni Turan’a çağırıyordu. [4] Kurmacadışı yazıda daha da güçlü bir söylem kurmuş, Adana katliamından sonra eşine pek rastlamadığımız ortak bir duygulanım alanına çağırmıştı Osmanlı Ermenilerini ve Türklerini. Tanin’e yazdığı mektupta “baştan başa mezar olan Anadolu viranelerinin önünde, öldüren kısma mensup olmak yeis ve hicabıyla beraber ruhu”nun bir ana elemiyle sızladığını söylüyor, Ermenilerden af dilerken okurları kolektif kaybın kolektif yasına davet ediyordu.[5] Balkan Savaşlarıyla birlikte yönünü değiştiren rüzgarla, giderek yükselen Türk milliyetçiliği Meşrutiyet ideallerinin yerini alırken, Halide Edib de Türk Ocağına devam ediyor, Türk Yurdu’nda makaleler yayınlıyor, Türklerin dünya sahnesinde hak ettikleri yeri almaları için hangi yolun izlenmesi gerektiği üzerine düşünüyordu. Yine de 1915’te Türk Ocağı’nda Ermenilerin tehciri kararını eleştirdiği konuşması, hem kendi anılarında, hem de Yahya Kemal gibi dönemin önemli figürlerinin aktarımlarında, İttihatçılarla arasını açan bir kırılma anı olarak tarif edilir.[6] 1917’ye kadar Osmanlı Ermenilerinin İttihat ve Terakki eliyle yok edilmesine tamamıyla etkisiz ama kişisel söylem düzeyinde az çok tutarlı bir muhalefet geliştiren Halide Edib için işleri karıştıracak olan Suriye’de geçireceği bir yıldır.
Anılarında her zaman sevgiyle andığı, bilhassa Ermenilere yaptığı yardımları gündeme getirerek soykırımı yürüten İTC kadrosundan farkını vurguladığı, bugün ise bazı araştırmacılar tarafından Ermeni Soykırımının Suriye’deki ikinci fazının en büyük mimarı olduğu tartışılan Cemal Paşa’nın teklifiyle Dördüncü Ordu bölgesindeki okul ve yetimhanelerin müfettişliği görevini kabul eden Halide Edib’in Antura Yetimhanesi’ndeki rolü bugün Ermeni Soykırımı bağlamında en çok tartışılan faaliyetidir.[7] Bin civarı Ermeni yetimin bulunduğu, bu çocuklara Müslüman/Türk isimlerinin verildiği, çocukların Ermenice konuşmasının ya da kendi inanışlarına göre ibadet etmelerinin yasaklandığı, çocukların şiddetli yöntemlerle cezalandırıldığı, dayağın zaman zaman işkence boyutunda yaşandığı ve 1993 yılında bahçesinde 300 çocuğa ait bir toplu mezarın bulunduğu Antura Yetimhanesinde, Ermeni yetimlerin asimilasyonu projesini bizzat yürütmüş, bu yolla soykırıma katılmış bir fail midir Halide Edib?[8] Yoksa tek gayesi çocukları sağ tutmak olan, onların durumunu iyileştirmek için kabineye mektuplar yazan fedakâr bir eğitimci midir?
Bu mu öteki mi sorularına Halide Hanım’ın hiç cevap vermediğini yakinen biliyorum. Bugünden bakınca birbiriyle çelişkili gibi görünen pozisyonları, o sırada içinde bulunduğu gerçekliği yapan farklı dinamiklerle, muhtemelen çok da zorlanmadan üstlenmiş olduğunu da tahmin ediyorum. Hem Adana katliamına ve Ermeni Soykırımına başka hiçbir Türk yazarda örneğini görmediğimiz biçimde tanıklık eden metinler üretmiş, hem de tanıklığını Türklerinkinden başka kayba, başka yaraya ya da yasa izin vermemek üzere kararlılıkla silmiş olan Halide Edib’in söylemini neden değiştirdiğine, kişisel tanıklığını neden edebi metne aktarmadığına, belgelerde, anılarında ve romanlarında neden başka başka hakikatler ürettiğine anlamlı cevaplar verebilir miyiz, emin değilim. Ama izi sürülebilir başka bir şeyi, Halide Edib’in yazıyla değişen ilişkisinin yazıyı nasıl değiştirdiğini takip etmenin, bugün bizi kıstıran, hayatlarımızı daraltan büyük anlatıların sıklıkla görmezden gelinen bir veçhesine, estetiğine ışık tuttuğunu düşünüyorum. Yazmak bir silme edimini merkezine aldığında, yazıya ne oluyor? Silinen şeyler arkalarında nasıl izler bırakıyor? Kendini eksilten yazının hafızayla hemhâlliği, tanıklık kapasitesi, yaşamsallığı nasıl etkileniyor?
“Tanıdığım Çocuklardan” hikayesinde Halide Edib’in Antura Yetimhanesindeki yaşam tecrübesinden metne aktardığı öğeler, kimliğini açık etmeyen anlatıcının “Suriye’de, hayatımın ‘çocuklar dönemi’ dediğim yılında” gibi tanımlamaları, hikâyeyi gerçek ile kurmaca arasında bir aralığa yerleştiriyordu. Aslında Dağa Çıkan Kurt’un hemen hemen bütün hikayelerinde Halide Edib bir biçimde gerçek olayları, dönemleri, kişileri aktardığını vurgular. Okurun anlatıya inanmasını talep eden bir stratejidir bu. Savaşa, yıkıma ama en çok da Millî Mücadele’ye, Türk ulusunun nasıl bir felaketin içinden geçerek kendini yarattığına tanıklık eden hikayelerdir bunlar ve bir tanıklık iddiasıyla yazılmışlardır. Hikayelerin anlatıcıları “Tanıdığım Çocuklardan”da olduğu gibi Halide Edib’in otobiyografisinden unsurlar barındırır. Böylece onun hayatının Suriye dönemine, Tahkik Heyeti’yle birlikte yaptığı gezilere, hastabakıcılık, onbaşılık yaptığı günlere, cephedeki tecrübesine, köy ve kasaba izlenimlerine dayandırdığı bir anlatıya dahil ediliriz. Yine de gerçeklik iddiasındaki bu hikâyelerde yaşamsal olmayan bir şey, metinle aramıza mesafe de koyan bir sınır var gibidir. Pelin Aslan Ayar, Dağa Çıkan Kurt’un çocuk karakterleri üzerine yazdığı makalesinde Halide Edib’in kitaptaki çocukları gerçekçi bir şekilde yansıtmaya, fiziksel görünüşlerinden sosyo-ekonomik yapılarına kadar gerçeğe uygun biçimde resmetmeye azami önem gösterdiğini ama metnin yine de çocukların ruhsal ve psikolojik dünyasını gerçekçi bir şekilde aktaramadığına, okuru kendine inandıramadığına dikkat çeker. Ayar, Halide Edib’in yeni kurulan ulus devlette çocukları biçtiği rol doğrultusunda idealize edilmiş bir gerçeklik kurduğunu, metnin gerçekçilik iddiasını zedeleyenin bu olduğunu tartışır.[9]Bana kalırsa, Rüstem ve Arap kızının olgun, gururlu ve kudretli betimlerinde de gördüğümüz bu idealize edilmiş gerçekliğin bizi içine çekememesinin nedenlerinden biri de bu ve kitaptaki diğer çoğu hikâyede yazının maddesel olanla, kokularla, tatlarla, dokularla, seslerle, temasla duyduğumuz bir dünyayla, bir başkasını ve başkalığı duyuşla ilişkisinin kopmuş olmasıdır.
Dağa Çıkan Kurt kitabını oluşturan hikayelerde, Harap Mabetler’in dünyayı duyusal bir tecrübeye dönüştüren ve metinde böyle kuran işitme arzusundan neredeyse hiç iz yoktur. Hikayeler, çizdikleri Anadolu insanı portrelerinde Türk köylüsünün nasıl fedakâr ve çileli, Müslüman çocukların nasıl perişan ama kudretli olduğunu görmemizi, işitmemizi, hafızamıza yerleştirmemizi ve anlatıya dahil olarak bunları yeniden üretmemizi talep eder; yapamadığı, anlattıklarını bize duyurmak, duyumsatmaktır. Zaten gerçek deneyimleri aktarmak iddiasındaki anlatıcılar da tanık oldukları çaresizlik, yoksulluk ya da yüce gönüllük karşısında duygulansalar da acı, elem ya da kederi adını koyarak, tanımlayarak anlatır bize. Harap Mabetler’in merkezindeki kendi sesinin dünyanın, hayalin ya da bir hakikatin sesiyle bir olduğunu duyumsayan, ayrışma arzusunu ölüm imgesiyle ifade eden kadın sesi, Dağa Çıkan Kurt’taki çoğu hikâyede bir seslenişin kendini hitabetle duyuran izole buyurganlığındadır. “Ey Tanrı! Bir an için Türk’ün sesini dinle!” diye yakaran, Türklerin içinden geçtikleri felaket ve yıkımı anlatan anlatıcı Garp cephesinden yazdığı metni “Kendi sesim bana topların arasından bütün Türk kadınlarının duasını tekrar eder gibi oldu.” diyerek bitirir. Dünyadan, duyulardan ve duyuştan arındırılmış bu izole ses, ancak bir büyük anlatının, tamlayan bir büyük kimliğin içinden kendi yankısını duyabilir. Halide Edib’in 1920’li yıllar boyunca üreteceği ve milli edebiyatın kurucu metinleri olarak değerlendiren romanlarının, Ermenilerden arındırılmış Anadolu’nun vatan toprağı, Türklerin evi olarak keşfedildiği ve inşa edildiği anlatılarında kadınlar ancak Türklükle bütünlenince duyulur, görülür olacak ya da yüceleştikleri için bunlara değer olacaklardır.
Halide Edib’in Antura Yetimhanesi’nden Cavid Bey’e yazdığı mektupla “Tanıdığım Çocuklardan” hikayesi arasındaki eksilme/eksiltme bağında yazının söylemsel olanı aşamayan bu darlaşmasını net olarak görüyoruz bana kalırsa. Hurma ağaçlarını, Suriye’nin ılık göğünü, içindeki acılığın katı kıvamını, aç çocuk kafilelerini betimlerken dünyaya açık bir tecrübeyi kuran metin, hikayelerini anlatmak istediği Türk ve Arap çocuğa sıra geldiğinde birden darlaşır ve kendini kapatır. Dışarıda bıraktığı Ermeni çocuklar metinden içeri sızamasınlar diye bütün duyusal yüzeyini örtmüştür sanki yazı. Köşe başları tutulmuş metinde, Ermeni çocuklardan kalan boşluğu doldurmaya çalışan “birisi Arap birisi Türk” iki çocuk anlatısı, sadece söylem düzeyinde bir gerçeklik kurduğu, duyuşu tamamen dışarıda bıraktığı için bu çocukları yaşamsal, yaşamdan kılamaz. Cansız çocuklardır bunlar. Öyle ki hayaletimsi bir kütle, yığın gibi metnin çeperinde dolaşan kimliksiz, isimsiz çocuklar daha canlıdır Rüstem ve Arap kızından. “Hayatta bir şeyin telafi edemeyeceği şeyi kaybetmiş” Ermeni çocuklar edebi tanıklıktan silinirken, yok oluşa direnmiş ve bu kıpır kıpır, biraz da korkutucu çocuk yığınlarına aktarmış gibilerdir yersiz kalmışlıklarını.
Halide Edib’in yazınında bizi saran dünya duyumsayarak algıladığımız, işitmeyi önemseyen, kendi felaketinin içinde, en derininde de olsa başka felaketleri duyma, görme arzusu hiç son bulmayan bir kadın öznelliğinin yerini başkasının ve başkalığın ancak Türk benini kurmak için yazıya dahil olabildiği bu yeni öznelliğe bıraktığı anı tam olarak tespit etmek herhâlde mümkün değil. Ama Ermeni Soykırımının bu geçişin temel belirleyenlerinin biri olduğu, dışarıda bırakma, silme, örtme, istisnasız biçimde inkâr etme çabasında kendini gösteriyor. Üstelik soykırımın inkârı, Halide Edib için yalnızca Osmanlı Ermenilerinin yok edilişini değil, kendisinin de büyük bir coşkuyla katıldığı Osmanlı vatandaşlığı söylemini, “ana vatanı paylaşan” farklı milletlerin Osmanlı kimliği etrafında bir araya geldiği bir ideali, Adana katliamından sonra yazdığı özür mektubunda Anadolu’nun Ermenilerin (de) evi olduğunu tanıyışını, öldüren kavme mensup olmaktan duyduğu utancı, dilediği affı, Ermenileri ve Türkleri davet ettiği kolektif yas alanını ve Suriye’de tanıklık ettiği, bedelini hayatıyla ödemeyi bile aklından geçirdiği zulmü de inkar etmeyi, tüm bunları hafızadan ve tarihten silme çabasını da kapsar. Bu silme çabası, bu yok ettiğini olduğu kadar onunla paylaştığı kendi tarihini de unutturmaya kararlı çaba öyle şiddetlidir ki Ermeni’yi tanıyan metin Türk’ü kuramayacak, Ermenilerin Felaketini tanımaya yönelik her hamle Türkleri görünmez kılacakmışçasına bir ölüm kalım aritmetiği içinde yansır yazıya. “Emsalsiz zulüm ve cinayete,” Ermenilerin dilsiz feryatlarına, sağ kalmış çocukların kaybettiği şeyi hayatta hiçbir şeyin telafi edemeyeceğine tanıklık etmiş Halide Edib’in, kendi tanıklığını da inkâr eden, silen yeni bir tanıklık yaratma dönemecidir “Tanıdığım Çocuklardan.” Ama bastırdığı eski hakikat kendini açık eden bir alan bulamasın, Arap ve Türk çocukların arasından bir mazi odasına kitlediği Ermeni olanlar işitilmesin diye kulaklarını, gözlerini dünyanın bütün seslerine, manzaralarına, kokularına, sezgilerine kapatmış bir anlatıcı anlatır Türklerin büyük hikayesini. Ermeni Soykırımının inkârı edebiyatın, tanıklığın, hafızasının yeni sınırlarını oluşturmakla beraber, duyulabilir, duyumsanabilir olanın da yeniden düzenleyerek Halide Edib’in en büyük yazıcısı olduğu Türk ulusal anlatısının estetik rejimini de kurar bana kalırsa. İnkarın mutlaklığına rağmen, inkâr edilenlerin tanınmamış kayıplarının varla yok arasındaki enerjilerini nesnelere, kişilere, olaylara, betimlemelere aktararak ölmeye direndikleri ama tam canlı da olmadıkları, çeperlerde dolaşan hayaletimsi kıpırtılarıyla metnin merkezindeki cansızlığa inat kendilerini duyurmayı başardıkları anlatılar çıkar ortaya.
Halide Edib’in 1920’lerdeki metinlerinde, Türk edebiyatının Türklüğünü tesis eden birçok başka yazarınkinde olduğu gibi yaldızlı büyük anlatının gerisinde yazının sildiğinin, örttüğünün, karaladığının okunmasını bekleyen bir şeyler var bana kalırsa.
Görsel: Antura Yetimhanesi’nin temellerinde 1993 yılında bulunan toplu çocuk mezarını betimlerken Robert Fisk, toplu mezarın üzerinde sarı vahşi zambaklar bittiğini yazmıştı. “Living proof of the Armenian Genocide”, The Independent, October 22, 2011. Vahşi zambakların anısına: Yellow Calla , Georgia O’Keeffe. 1926.
O’Keffe: “Herkesin bir çiçekle pek çok ilişkisi vardır. Dokunmak için elini uzatırsın ya da koklamak için öne eğilirsin veya neredeyse hiç düşünmeden dudaklarınla dokunursun yahut memnun etmesi için onu birine verirsin. Ama bir çiçeği gerçekten görmek zaman alır. Her bir çiçeğin benim için ne olduğunu resmettim ve öyle büyük boyadım ki benim gördüğümü başkaları da görsün.”
“Zambakların kadını” Georgia O’Keffe’yle bu yazının yolunu buluşturan, Cuma Fragmanları’nın yalnızca metinlerinin değil görsel dünyasının da editörlüğünü biricik bakışı ve muhteşem özeniyle yapan Umut Tümay Arslan’a sevgiyle ❤
[1] Halide Edib, “Cavid Bey’e mektup”, Talat Paşa’nın Evrak-ı Metrukesi, Ed. Murat Bardakçı. İstanbul: Everest Yayınları. 2008.
[2] Halide Edib Adıvar, “Tanıdığım Çocuklardan”, Dağa Çıkan Kurt. İstanbul: Can Yayınları. 2014.
[3] Halide Edib Adıvar, Seviye Talip, İstanbul: Can yayınları. 2020. s. 23
[4] Halide Edib Adıvar, Yeni Turan. İstanbul: Can Yayınları. 2014 s.34
[5] Halide Salih, “Ölenlerle Öldürenler”, Tanin, 18 Mayıs 1909. Bu mektubun ve 1909’da Halide Edib’in yazdığı bu mektup ve Sırpuhi Markaryan ve Baydzar Torkomyan’ın mektuplarıyla açılan kolektif yas imkanıyla ilgili bir tartışma için bknz: Hazal Halavut, Halide Edib, “Collective Loss and the Lost Witness”, Journal of Ottoman and Turkish Studies, forthcoming issue. ya da daha detaylı bir tartışma için Hazal Halavut, “Towards A Literature of Absence: Literary Encounters with Zabel Yeseyan and Halide Edib, yayınlanmamış master tezi. İstanbul Bilgi Üniversitesi: 2012.
[6] Halide Edib Adıvar (2005), Memoirs of Halide Edib, NJ: Gorgias Press. p.204; Yahya Kemal, Siyasi ve Edebi Portreler, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2006. 34-35
[7] Bknz: Taner Akçam’ın şu konuşması: Cemal Pasha’s Role in the Armenian Genocide
[8] Selim Deringil, “Your Religion is Worn and Outdated”, Études arméniennes contemporaines, 2019. URL : http://journals.openedition.org/eac/2090 ; DOI : https://doi.org/10.4000/eac.2090
[9] Pelin Aslan Ayar, “Dağa Çıkan Kurt’ta Savaş Çocukları ve Gerçeklik”, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, Cilt: 57, Sayı: 57, 2017, 29-45 DOI: 10.26561/iutded.369202