Kabataş’taki bir binanın cephesine mükemmel bir simetriyle dizilmiş hepsi ‘siyah ve topuklu’, 440 çift kadın ayakkabısını gördünüz mü?
Türkiye’de 2018 yılında erkekler tarafından öldürülen 440 kadına istinaden yapılan bu yerleştirme, Kabataş’taki Kahve Dünyası’nın yer aldığı binanın yan cephesine (Kahve Dünyası, Yanköşe adını verdiği bu alanı kamusal bir sergileme mekanı olarak kullanıyor; yazının konusu olan yerleştirme burası için özel olarak gerçekleştirilen dördüncü iş) geçtiğimiz hafta kuruldu ve epey ses getirdi. ‘’İsimsiz’’ adı verilmiş işin sahibi ise, duvarın köşesinde ismini gururla sergileyen erkek bir sanatçı.
Art Unlimited’deki (muhtemelen basın bülteninden alınan) eserle ilgili tanıtım yazısına göre ‘’sanat üretiminde erk, iktidar, iktidarla hesaplaşma ve ona göre pozisyon alma konularına odaklanan sanatçı (bu işinde), bugün her üç kadından birinin fiziksel ya da cinsel şiddet mağduru olduğu bir dünyada şiddetin, özellikle de bu coğrafyaya ait şiddet olgusunun temellerine bakıyor’’ imiş. Ben de izninizle, sanat üretiminde erk ve iktidarla hesaplaşmaya odaklandığını ve ona göre pozisyon aldığını söyleyen sanatçının bu işindeki pozisyonu hakkında konuşmak istiyorum.
Öncelikle sanat piyasasının iktidar mefhumunun cirit attığı, güç ilişkilerinden ve hiyerarşilerden geçilmeyen, sermaye ve dolayısıyla devletle yakın temasta ve erkeklerin domine ettiği bir alan olduğunu kabul edelim. Sanatçının da bu önkabul ile işe başlaması güzel, en azından kimi sanatperverler gibi sanatın siyaset üstü bir alan olduğunu düşünmediğini ve buna göre pozisyon aldığını varsayabiliyoruz. Peki sanat üretiminde erk ve iktidar çalışan biri, sırf bunların farkında olduğunu söylediği için erk ve iktidar ilişkilerinden muaf mıdır? Hayır, değildir. Hatta bazen bu öztanım, kişiye ‘’en azından biliyorum da yapıyorum’’ rahatlığı verebilir. Bknz: İktidarla hesaplaşmayı kendine dert eden biri, 440 kadını isimsiz bir kalabalığa indirgerken, kendi ismini gururla sergilemekte nasıl beis görmez.
Resmi tarih gibi resmi sanat tarihi de beyaz heteroseksüel erkeklerin kendi açılarından, istedikleri gibi romantize ederek anlattıkları hikayelerle dolu. İnci Küpeli Kız, Sedirde Uzanan Kadın, Ormanda Yürüyen Hizmetçi vs. binlerce tabloya modellik yapmış, esere konu olmuş, hikayeye ‘ilham vermiş’ isimsiz kadın var; kendi hikayelerini anlatmalarına izin verilmemiş, isimleri hatırlanmayan, kendilerini resimleyen erkeklerin şaşalı adları vasıtasıyla hatırlanan kadınlar. Erkekler tarafından bedenleri, kıyafetleri ve duruşları normatif cinsiyet kalıplarıyla temsil edilmiş kadınlar. Geçtiğimiz hafta da işte, öldürülenlerin isimlerini değil, özellikle topuklu olarak seçilen 440 çift ayakkabı vasıtasıyla cinsiyetlerinin altını çizme gereği duyan bir beyaz erkek daha tarihe geçti.
İşinin önünde verdiği vakur pozuyla bu sanatçı, her sene yüzlerce kadının öldürüldüğü bu ülkede ‘nasıl bir pozisyonda’ duruyor öyleyse? Metafor, mit, gelenek çalışmış bu sanatçı, bir sanatçı olarak aldığı bu konumun ne demek olduğunun farkında değil mi acaba? Kadın cinayetleri bütün bu bahsettiklerimden çok daha aciliyeti olan, dünyanın duyması gereken bir mesele ise eğer ve sanatçımız da sağolsun bu işi vasıtasıyla buna vesile oldu ise neden kendi ismini de saklayıp anonim kalmayı düşünmediği de sorulabilir pekala.
Ayakkabıların siyah ve topuklu olmasına sebep olarak bir Anadolu geleneği olan ‘’ölen kişinin cinsiyetini belli etmek için ayakkabılarını bir gün süreyle evinin kapısının önünde bırakma’’yı göstermiş sanatçı. Ayakkabılar gerçekten de bir kişinin dünya üzerindeki maddiyatını en güçlü şekilde simgeleyen metaforlar olabilir. Bir kişinin bir yerde olduğunu, oraya geldiğini, orada bulunduğunu ima ederler. Terk edilmiş, sahipsiz ayakkabılar bu yüzden hüzünlüdür; çünkü muhtemelen ayakkabı sahibi gelmemek üzere gitmiştir, bir şeylerden kaçmıştır, kaçarken ayakkabısı ayağından çıkmıştır ama can havliyle kaçtığı için ayakkabısı için geri dönememiştir. Bu dünyada kadınlar erkeklerden işte böyle can havliyle kaçar. Eğer ayakkabılar kaçmayı, koşmayı, ilerlemeyi ve hayata devam etmeyi simgeliyorsa, ayaktan uçmuş, sahibinin yok olduğu ayakkabılar da yitip gitmeyi, yoldayken öldürülmeyi, orta yerde yok edilmeyi, havaya karışmayı, bir var, bir yok olmayı akla getiriyor.
Burada olmayanları temsil eden ayakkabılar protesto amaçlı olduğu kadar (Iraklı gazeteci Muntadhar al-Zaidi’nin George Bush’un kafasına fırlattığı ayakkabısını unutmak mümkün mü?) çağdaş sanat dünyasında da çokça kullanılan objeler. Yanköşe’deki ‘’İsimsiz’’ yerleştirme de malzemesi ve amacı açısından orijinal ilk defa yapılmış bir iş değil, ancak çakma da denemez zira o kadar çok kullanılan bir yol ki, herhalde bunu bir format olarak kabul etmek gerekiyor artık. İspanya’da öldürülen kadınları, Budapeşte’de savaşta kaybedilenleri sahipsiz ayakkabılar yoluyla anmış birçok iş ve protesto var.
Kabataş’taki duvara itinayla ve eşit aralıklarla dizilen topuklu siyah ayakkabılar ise hazırolda bir orduyu hatırlatıyor bana; bir erkek tarafından hizaya konmuş, düzen ve bürokrasiyi imleyen bir dizin bu. Eserin 440 kadını zaten isimsiz kılan ve bu yüzden öldürülmelerine yol açan dünyayla aynı fikirde olmasına akıl sır erdiremiyorum. Kadınların cinsel, ekonomik, sınıfsal, duygulanımsal, yaşamsal farklılıklarının ‘siyah ve topuklu’ ayakkabılar vasıtasıyla dümdüz edilmesine, onların isimlerinin değil, sanatçının isminin her yerde konuşulmasına içerliyorum. Neden özellikle belirli bir sınıfsal ve simgesel alanı kapsayan bu tip bir ayakkabı seçildi diye sormadan edemiyorum. Bu görünmez hiyerarşiler nasıl oluyor da projenin konuşulduğu masalarda destek, sonra da sanat camiası içinde alkış bulabiliyor? İtirazı geçtim, en ufak bir eleştirinin bile sesi nasıl olur da çıkmıyor? Projede çalışan potansiyel ses çıkaracak kişilerin de isimsizleştirildiğini, sözleri kesilerek, oyunbozan ve aşırı hassas addedilerek türlü türlü sindirme vasıtalarıyla sessiz kalmalarının sağlandığını da tahmin etmek güç değil. Bu sınırlı beton alanlara sığdırılan büyük meseleler içinde gözden kaçacağının varsayıldığı küçük hesapların cinsiyetçi bir tarihsellik ile yoğrulmuş ağırlığıyla bugüne yerleşeceğini ve içinde bulunduğumuz kördüğüme bir ilmek de onun atacağını biliyoruz. Sara Ahmed’in dediği gibi, yaşam dediğimiz bu binanın harcında var erkeklik; ‘’Hiç o yönden bakmamıştım’’, ‘’o kadar da değil, önemli olan insanın niyeti’’ cümleleri arkasından sırıtır, ismini ezberletir ve tekrar tekrar kurar ‘iktidarını’.
Bir de Karaköy rıhtımdaki demir parmaklıklara gerilmiş üzerinde büyük harflerle EMİNE BULUT yazılı bir bez parçası vardı işte. İstanbul’un denize açılan bir sokağının sonunda çıkıyordu insanın karşısına bu isim güm diye. Muhtemelen devlet tarafından fark edildiği anda kaldırıldı. Kimin ismi hatırlanacak kimler isimsiz kodlanacak buna karar verenleri de biliyoruz elbette.