cinzia arruzza, tithi bhattacharya ve nancy fraser’ın birlikte kaleme aldıkları %99 için feminizm: bir manifesto’nun yayınlanmasının üzerinden bir yılı aşkın zaman geçti. o yüzden bu yazı, anlamsız ve gecikmiş sayılabilir ama manifesto’nun temsil ettiği fikriyatın bu metnin gördüğü ilgiden daha geniş olduğunu düşünüyorum, o yüzden sadece kitabı değil, bana düşündürdüklerini de aktaran bu yazıyı yazmak istedim.
öncelikle şunu söylemek istiyorum: bu metinde dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan kadınlarla ilgili veriler eksik değil. ama farklı ülkelerde yaşayan kadınların deneyimleri ve daha önemlisi farklı ülkelerdeki feminist deneyimler yazarların analizlerinde yerini bulamamış. tahlil ve eleştiriler esas olarak abd’li feministlerin tartışma ve deneyimlerine dayanıyor.
burada genişçe bir parantez açmak istiyorum. abd’li feministlerin deneyimlerinin feminizmin tarihi olarak ele alınması, bu manifestoya mahsus değil, o yüzden bunun önemli bir nokta olduğunu düşünüyorum. türkiye’de de, feminizmi abd’li kadınların deneyimleri üzerinden anlama, aktarma sık sık karşımıza çıkan bir durum. bunun en sık rastlanan örneği, kürt kadın hareketiyle türkiyeli feminizmlerin ilişkisini, abd’li siyah feministlerle ikinci dalga feminizmin ilişkisiyle paralellik kurarak anlamaya çalışma, onların anlatısını bir şablon haline getirip kendi yaşantımızı o şablona tıkıştırarak anlama. son zamanlarda trans-feminizmle ilgili yürütülen tartışmada da benzer bir şey görüyoruz. türkiye’de trans dışlayıcı tutum alan kadınların tamamı feminist bile değilken, feminist olanların tamamı radikal feminist değilken ve terf türkçe bile değilken, “trans dışlayıcı” veya “trans dışlayıcı feminizm” yerine terf’in kullanılması da bunun bir örneği. (bu yazıda bu tartışmayla ilgili başka bir şey yok.)
ingilizce dünyada ikinci dil olarak en fazla öğrenilen lisan, çoğumuz kolaylıkla bu dili öğrendik ve bu dille okuyoruz. hatta komşu ülkelerdeki kadınlar birbirleriyle ingilizce iletişim kuruyor. ingilizce okunan her şeyi, kendi doğrumuz, kendi yaşantımız gibi algılamanın bununla ilgilisi olduğunu düşünüyorum. ama ingilizcenin bu kadar yaygın şekilde bilinmesinin abd ve britanya’nın dünyadaki konumundan yani emperyalizmden bağımsız olmadığı ortada.
manifesto, öncelikle neoliberal kapitalizmin kendisini bir feminist ütopya gibi sunduğunu iddia ediyor. [1] abd’de belki ama bütün dünyada böyle mi? neoliberal dönüşümün akp eliyle gerçekleştirildiği türkiye’de, türkçe yazdığım için daha fazla bir şey söyleme gereğini duymuyorum. bir başka örnek metindeki eleştirilerin en önemli temellerinden birini oluşturan, türkçeye “yüklen” olarak çevrilebilecek “lean-in” feminizmi. [2] bunu savunanlar türkiye’de de vardır muhtemelen ama etkili bir yaklaşım ya da hareketin etkili bir parçası olduğunu söylemek mümkün değil. böyle olmayan başka ülkeler de var.
ama manifesto’da kurulan kimlik siyaseti ve sınıf siyaseti karşıtlığı -türkiye’de feminizm içi tartışmalarda, en azından son yirmi yılda belirleyici olmadığı gibi- abd’de de işler bu şablonda ilerlemedi. sınıftan söz eden bell hooks gibi feministlerin görüşleri kimlik siyaseti içinde tanımlanabilecek türdendir. sınıf siyasetini tek meşru bakış açısı olarak gören ve siyaseti de bunu her alana dayatmak olarak algılayan bakış açısı yabancımız değil. ama bu yazıda yeri olmayan metodolojik tartışmaları bir kenara bıraktığımızda bile şunu söylemek gerekir: bu bakış açısı, siyahlıktan eşcinselliğe, her kimliğin ekonomik sonuçları da olduğu gerçeğini görmezden geliyor. bu sonuçların sistemle bağını vurgulamak mücadele açısından yeterliyse, neden sendikalar var, neden ücret, sosyal haklar, iş güvencesi için mücadele ediliyor?
manifesto’da itiraz etmek istediğim bir diğer nokta “cam tavan”ın sadece büyük şirketlerin üst kademelerinde yer almak isteyen kadınların sorunu olduğu. bu gerçek değil. üretim içinde hiyerarşi, sadece yüksek ücretlerle tepelerde çalışan beyaz yakalılar arasında yok. fabrikalardan, ofislere, basından siyasete kadar uzanan bir yelpazede kadınlar cam tavanla karşı karşıya. kadınlar ceo olamıyorsa bunun derdi feministleri mi gerdi, diye kabaca özetleyebileceğim yaklaşım gerçekçi değil. kadınlar ustabaşı da olamıyor, servis şefi de olamıyor, bir kadın dergisinde çalışmıyorlarsa genel yayın yönetmeni de olamıyor! milletvekili konusuna hiç girmiyorum. bu sadece temsille ilgili bir mesele değil, sadece kadınların patriyarkal yükümlülüklerinin sebep olduğu engellerle ilgili bir mesele de değil. kapitalizmin önemli bir dişlisi olan yöneticilikte aranan vasıfların, küçük yaştan itibaren verilen cinsiyet kültürünün parçası olmasıyla, erkeklikle özdeşleştirilen özellikler olmasıyla da ilgili. sert, hoşgörüsüz yönetici kadınları erkeklikle özdeşleştiren ifadelerin altında yatan da bu. yani cam tavanlar katlar halinde, hepimizin üzerinde.
manifesto, “toplumsal cinsiyet şiddeti” olarak adlandırdığı erkek şiddetine karşı cezai önlemlere karşı çıkıyor, bu şiddeti kapitalizmin sebep olduğu diğer şiddet türleriyle bağlantılı tanımlıyor. (manifesto’nun “erkek” kelimesine bu kadar az yer vererek yazılmış olması bir başarı!) bizim gibi, erkek şiddetinin cezasızlığıyla mücadelenin çok önemli olduğu ülkelerde bu yaklaşım nasıl bir işlev taşır, bilemiyorum. ama “Evlilik içi tecavüz veya işyerinde cinsel saldırıyı suç haline getiren yasalar, gidecek başka bir yeri ya da yolu olmayan kadınlara pek yardımcı olmayacaktır” [3] cümlesindeki gibi, feminizmin bundan başka bir çözüm önermediği iması, yani bunca yıllık sığınaklar, dayanışma merkezleri vb. deneyimlerinin görmezden gelinmesi kabul edilemez.
manifesto’da itiraz ettiğim bir diğer nokta, kadınların özgürleşmesine dair dinamikleri küçümsemesi. yazarlara göre, örneğin avrupa’da ikinci dalga feminizmin ilk taleplerinden biri olan kürtaj hakkı, ancak parasız sağlık hakkıyla anlamlı. bence de bütün sağlık hizmetleri parasız olmalı, herkesin tüm sağlık hizmetlerini kapsayan sosyal güvencesi bulunmalı. ama doğururken size yardımcı olacak hekimi herhangi bir hastanede bulmak mümkünken, hamileliğinizi sonlandıracak hekim bulamamak, üzerinde durulmayacak bir mesele değil; eğer bunu önemsiz buluyorsak neden kendimizi feminizm içinde tanımlayalım? kürtajdan cinsiyet değişimine, patriyarkanın kapitalist sağlık sisteminin dışına itelediği bütün hizmetlerin sunulması, başlı başına anlamlı kazanımlar.
başka bir konu mikro krediler. dünya bankası vb. uluslararası sermaye yapılarında yer alan kadınların (feministler değil, kadınlar) çabasıyla kurumsallaşan ve küresel güneyde ve küresel doğuda kadınlara verilen mikrokredilerin önemli bir kısmı faizsiz kredi, bazıları da hibe. mesleki eğitimden mahrum bırakılmış kadınlar bu kredilerle “ev kadını” olarak edindikleri becerilerini gelir kaynağına dönüştürebiliyor. istanbul’un yoksul mahallelerinde, anadolu’da bu kredilerle, özellikle gıda alanında kedi küçük işletmelerini açan ve kendi tasarrufları altında bir gelire kavuşan kadınlar var. hindistan’da, 1980’li ve özellikle 1990’lı yıllarda, bu krediler köylerde yaşayan kadınların küreselleşmenin saldırılarına direnebilecek, örneğin kısır tohumlara karşı kendi tohumlarıyla üretim yapabilecek komünler kurabilmesini sağladı. aralarında geri ödeyecek parayı kazanamayıp perişan olanlar var tabii ve o yüzden bunları mutlak bir çözüm olarak önermiyoruz. ama işten atılıp perişan olan kadın da çok, parası olmadığı için evinden çıkamayıp canından olan daha çok! bu kredilerin bir kısmını sağlayan dünya bankası’nın, emperyalist bir kuruluş olarak ortadan kalkması gerektiği doğrusu, kadınların bu kredilerden olumlu biçimde yararlanabildiği gerçeğini değiştirmiyor. kadınların bunlar aracılığıyla nefes almayıp daha da yoksul olması, örneğin erkek şiddeti karşısında çaresiz kalması kapitalizme karşı mücadeleyi büyütür mü?
feminizmi, kapitalizm eleştirisinin bir biçimi olarak sunmak, on yılların mücadelesini, teorik-politik birikimi yok saymak demek. ama kadınların, ücretli emek içinde yer alabilecek araçlardan patriyarka eliyle mahrum bırakıldığı gerçeğini görmek için feminizme de gerek yok. feminizm, kapitalizmin varlığını, kadınlar için nasıl sonuçlar verdiğini yok saymamalı, saymaz. ama tek tek kadınlar, özgürleşme pratikleri içinde kapitalizmin araçlarından yararlanmak zorunda değil mi? ya patriyarkal ilişkiler içinde ücretsiz çalışacaksınız ya kapitalist ilişkiler içinde ücretli. (nitekim yazarlar da akademide çalışıp hayatlarını kazanıyor.) emeğin özgür olabildiği bir çalışma düzeni bugün dünyanın herhangi bir yerinde mümkün değil.
buradan bakım emeği meselesine gelmek istiyorum. bakım emeği, benimsemediğim bir terim, sebeplerini birazdan anlatacağım. bu terimle ifade edilen işlerin bir kısmı –örneğin hasta, yaşlı, çocuk bakımı- sosyal devlet tarafından ücretsiz olarak sağlanıyordu, neoliberalizmle bu değişti. eğer derdimiz, derdimize çare aramak değil de, neoliberalizmi karşıya alacak argümanlar oluşturmaksa meseleyi bundan ibaret görebiliriz. ama neoliberalizmi eleştirecek, onunla mücadele etmeyi gerektirecek bu kadar çok şey varken, evişi meselesini ayrıca düşünebiliriz bence.
“bakım emeği”nin, hizmet, gıda, temizlik sektörlerinden bağımsız bir kategori olarak tanımlanmasının tek sebebi, bu işlerin evde kadınlar tarafından ücretsiz yapılması. kadınların bu işleri evde, ücretsiz olarak yapmayı reddetmelerinin kapitalizm açısından sonucu, yeni yatırım alanları açılması. son on yılda, istanbul başta olmak üzere büyük şehirlerde bu kadar çok “ev yemeği” sunan lokanta açılmasının, yemek sepeti’nin böyle büyümesinin sebebi; ücretli çalışan kadınların yemek hazırlamayacak durumda olması veya bunu tercih etmemesi, evinde bir kadın yaşamayan erkeklerin varlığı. örneğin, çoğu erkek yedi bin küsur insanın çalıştığı tofaş’ın yöneticileri, bu insanların akşam yemeklerinde annelerinin/eşlerinin pişirdiği yemekleri mi yediğini yoksa dışardan yemek mi söylediğini hesaba katmaz. kadınların patriyarkal yükümlülüklerinden vazgeçmesi kapitalizmin zararına değil. o yüzden, benim de aralarında bulunduğum bazı radikal/maddeci feministler patriyarka ile kapitalizm arasında mutlak bir uyum olmadığını söylüyor.
manifesto bazı kadınların kendilerinin ücretsiz “yapması” gereken işleri –çoğunlukla göçmen veya siyah- kadınları istihdam ederek ücret karşılığı yaptırmalarını eleştiriyor. bu sık sık karşımıza çıkan bir argümandır, o yüzden biraz durup düşünelim. bu kadınların bir kısmı o evleri bir erkek ve ortak çocuklarıyla paylaşıyor. o evin işleri için birini istihdam etme görevinin kadında olması bile patriyarkal ilişkilerin bir sonucu. bu istihdam için erkeklerin suçlanmaması hatta anılmaması (üstelik yalnız yaşayan erkekler de bir kadını evişleri için istihdam edebiliyor!) akıl alır şey değil. bu insanlar ücret ödedikleri kadınları sömürüyor mu? evet. ama kapitalizm ve patriyarka koşullarında sömürüsüz herhangi bir hizmet almak mümkün mü! neyi nasıl anlattığınız, nasıl anladığınızı da gösterir ve “kendi yapması gereken işleri yaptırmak için başka bir kadını istihdam eden kadın” açıkça kadın düşmanı bir imge!
demin de söyledim, manifesto’nun erkeklerle bir derdi yok, erkek-egemenliğiyle derdi olduğuna ilişkin de pek bir alamet yok. zaten yüzde 99, emeğiyle geçinmek zorunda olanları temsil eden bir rakam ve içinde erkek şiddetinin, erkek sömürüsünün failleri de dahil olmak üzere erkekler var. kendi adıma, erkek şiddetinin, erkek sömürüsünün failleri de dahil olmak üzere tüm emekçilerin emeğini ve kendilerini özgürleştirecek komünist mücadeleyi çok gerekli görüyorum. ama bunun için feminizme gerek yok, feminizmi buna hapsetmeye de gerek yok.
ama iş bununla sınırlı kalmıyor. manifesto’nun kavramları kullanılışı, “bu kadar cehalet ancak tahsille olur” dedirtecek türden. kitapta patriyarka terimi önce, ispanya’daki grevcilerden yapılan bir alıntıda geçiyor: “patriyarka ve kapitalizmin ittifakı… “olarak. daha sonra, yedinci tez’de [4] şöyle bir ifade var: “patriyarka, homofobi, cinsel baskı gibi gerici arkaizmler”! bu mecranın okurlarının bilgi ve zekâsına hakaret ediyor gibi olma pahasına, patriyarkanın egemen bir sistem, homofobinin de yaygın bir baskı ve ayrımcılık biçimi olduğunu hatırlatayım, kayda geçmesi açısından. ayrıca insan manifesto gibi iddialı bir şey yazmaya başlamadan önce bir karar vermeli bence: patriyarka 10. sayfadaki gibi kapitalizmle ittifak halinde halen ayakta mı yoksa bir “arkaizm” mi?
“gerici” ve “cinsel gericilik” ifadeleri aynı sayfada birden fazla kez geçiyor. kendi adıma, marksizmden çok şey öğrendim, bunların içinde en önemlilerinden biri, tarihin bir helezon şeklinde ilerlediği, zamansal ilerlemenin mutlak bir “gelişme” anlamına gelmediğidir. dün, pekala bugünden daha eşitlikçi, daha özgürlükçü koşullar barındırabilir ki birçok açıdan da öyle. bu cinsel gericilik terimini kullanmamak için birinci neden. diğer yandan, bugün cinsel pratiklerle ilgili baskıcı tutumlar, öyle olduğu iddia edilse de, geçmişin tekrarına duyulan arzu, geçmişe duyulan özlem değil. evangelizmden ışid’e uzanan bir skalada, dünyanın farklı coğrafyalarında, ideolojik argümanlarını oluştururken arkaik unsurlara başvursalar da, “modern” olan akımlarla karşı karşıyayız. dolayısıyla bunlardan “gericilik” olarak bahsetmek, “cinsel kalıplara uymayanların, azınlıkların hakları için savaşan”ları da cinsel liberaller olarak tanımlamak akıl alır gibi değil. [5] homofobinin bir arkaizm olduğu da dünyanın tamamı için geçerli olan bir durum değil. örneğin, bazı afrika ülkelerinden eşcinseller, geleneksel kültürlerinde eşcinselliğe yer olduğunu, daha sonra sömürgecilerin işgaliyle eşcinselliğin kriminalize edildiğini anlatıyor.
son olarak şunu söylemek istiyorum. bazı kavramlarla ilgili, kitabın çevirmeni kutlu özmakas’la yazıştım, kritik bulup burada değindiğim kavramlarla ilgili doğru tercihler yaptığını düşünüyorum. diğer yandan, çeviride yer alan 1984 yılında, “ingiliz madencilerin lezbiyen ve geylere destek verdiği” [6] doğru değil, tam aksi doğru; lezbiyen ve geyler, madencilerin grevine destek verdi. utku özmakas, yazışmamızda bu hatanın bir dahaki basımda düzeltileceğini söyledi. açıkçası, bu tarihi anlatan pride adlı filmin türkiye’de yaygın olarak izlendiğini sanıyordum, yanılmışım.
çok uzattım, farkındayım, bitirmeden şunu vurgulamak istiyorum. yazarlar, manifestolarının ekinde şöyle bir cümle kullanmış:
“Bu bağlamda, feminist bir manifesto yazma kararını almamızı sağlayan, politik bir amaçtı: Bir kurtarma operasyonu veyahut rota düzeltmesinin peşindeyiz; amacımız politik bir karmaşa döneminde feminist mücadelelere yeniden yön vermek.” [7]
ağırlıklı olarak ajitasyona dayanan bir metinle, dünyanın en önemli hareketlerinden birinin rotasını düzeltmenin, yeniden yön vermenin mümkün olacağına inanmak, buna soyunmak, bunu açıkça yazmakta sorun bile görmemek! dünyanın dört bir yanında, kadınlar olarak, kadınlar için, kadınlarla birlikte, özgürlük ve eşitlik için mücadele eden feministleri, onların düşüncelerini, yazılarını, üretimlerini hiçe sayan bir noktadan konuşmak!
bu kibrin gücünü nereden aldığı da düşünülmeye değer bence çünkü bu çok politik bir mesele ve ilk kez karşımıza çıkmıyor.
[1] başlıkta adı geçen eser, s. 108
[2] sheryl sandberg’in konuyla ilgili kitabı türkçeye sınırları zorla adıyla çevrildi.
[3] s. 49.
[4] a.g.e, s.55
[5] a.g.e, s. 55
[6] a.g.e, s.61
[7] a.g.e, s. 94
Görsel: Jenny Holzer’in Inflammatory Essays sergisini gezen bir kadın.