Sevgili beşharfliler ve bütün kendini beşharfli hissedenler!
Amerikalı eşcinsel siyahi yazar James Baldwin’in 1960’lı yıllarda Türkiye’de bulunduğunu, Gülriz Sururi ve Ali Poyrazoğlu gibi tiyatrocularla dostluk ettiğini biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum ama, devam etmeden önce şunu belirtmem lazım: James Baldwin’den normalde eşcinsel siyahi yazar olarak bahsetmeyi oldukça yanlış buluyorum, zira mesela Hemingway’den Amerikalı heteroseksüel beyaz yazar diye bahsetmiyoruz hiçbir zaman. Ancak kendisinin siyahiliği ve eşcinselliği birazdan yazacaklarımla ilgili, üstelik herkes tarafından bilinmiyor olabilir diye ayrıca belirtme ihtiyacı duydum.
Neyse, dediğim gibi ben de bilmiyordum da, Baldwin’in Türkiye macerasını Magdalena J. Zaborowska’nın James Baldwin’s Turkish Decade (James Baldwin’in Türkiye’de Geçirdiği Onyıl) adlı eserden öğrendim. Baldwin Türkiye’de napmış, ne etmiş, Türk kızlarını ve rakı kebabı beğenmiş mi öğrenmek için baktığım kitaptan onun yerine 6oların Türkiyesine dair çok ilginç bulduğum şeylerle karşılaştım.
Bir yanda ülkesindeki ırkçılıktan kaçıp gelmiş Baldwin ve görünüşte onu bağrına basmış Türk entelijensiyası. Hatta Baldwin yazılanlara göre bu çevrenin kadınları arasında oldukça popüler olmuş, etrafı sürekli kendisine abayı yakmış kadınlarla sarılıymış, ki bu kadınlardan birisi ona şöyle bir şiir bile yazmış (Bu arada, hassas ruhlu Baldwin ülkeden ayrılırken şiiri yanında götürmeye tenezzül bile etmemiş):
Doğmasaydın orada
Olmazdı derin siyah
Yazılmazdı alnına
O simsiyah yazılar
Sana bakan gözlerde
Görmezdin acıların
Kara bakışlarını
İnsan hakkı tanıyan
Sizleri tanımayan
Memleketin içine
Sen bizimsin bizdensin
Mazin olsa da orda
Artık atin bizimle
Kalbimizde sen varsın
(Ben bu şiiri ilk İngilizcesinden okuyup pek bişey anlamayınca çevirmene kabahat bulmuştum, ama orijinaline tesadüf edince çevirmenin günahını aldığımı anladım. Yine de ayıp etmişsin Baldwin, koca valize bi kağıt parçasını mı sığdıramadın?)
Neyse bi yandan böyle şiirler şarkılar havada uçuşurken bir yandan da adamcağızın herkes tarafından ismi yerine kullanılan lakabı “Arap.” Peki Baldwin’e “Arap” demeyenler ne diyormuş? Hemen söyliyim: “Yamyam”.
Bu yetmezmiş gibi, bir noktada yazar kitap için görüştüğü kişilere “Peki sizce Baldwin’in ülkesinde yaşadıklarıyla Kürtlerin tecrübesi arasında bir paralellik kurulabilir mi” diye soruyor ve birden bire konuşulan herkes kırmızı görmüş boğaya, efenime söyliyim suratına sarımsak sallanmış bir vampire dönüşüyor. Verilen cevaplar arasında benim favorim “Ne alakası var? Kürtler ayrı bir ırk değil ki!”
Baldwin hakkındaki bir diğer mesele de tabii ki eşcinsel olması. Cinsel kimliğini saklamak yönünde bir çabası olmayan bir adamın hem görece muhafazakar bir toplumda böylesine kabul görmesi, bir yandan da kadın hayranlardan aşk ilanları, şiirler alıp durması ve eşcinsel olduğu gerçeğinin tamamıyla yok sayılmasını bir türlü anlamlandıramıyor yazar Zaborowska. Bunu çoğunlukla Amerikalı olan okurlarına izah etmek içinse çok akıllıca ve ilginç bir hamleyle birden bire Zeki Müren’den bahsetmeye başlıyor. Böylece Amerikan edebiyatının önemli yazarlarından birisini ele alan akademik bir kitabın ortasında aniden Zeki Müren’in mini etekli bir fotoğrafıyla burun buruna geliyorsunuz.
Kitapta Ali Poyrazoğlu tarafından aktarılan Engin Cezzar dedikodularından, Baldwin’in Türkiye’de yönettiği Düşenin Dostu oyunun hazırlanma süreci esnasında Baldwin’e asistanlık yapan Zeynep Oral’a eşinin ailesi tarafından yapılan “Oyunda eşcinsel temalar var, illa bu projede yer alacaksan bari bizim soyadımız kullanma” baskılarına daha neler neler var da, ben lafımı burda kesmezsem bir bakacağım çaktırmadan bütün kitabı çevirip buraya koymuşum. O nedenle hemen Baldwin’den bir alıntıyla bitireyim:
Öyle bir gün gelecek ki, umuyorum, gerçeği tanımanın, gerçekle karşılaşmanın şoku bir travma değil neşe kaynağı olacak; bir kısıtlama değil, bir hür bırakış. Çünkü bütün insanlık birbirinin kardeşi, ve birimizin başına gelen hepimizin başına gelmiş sayılır.