Robin Williams’ın üzerimizde emeği varmış da farkında değilmişiz, hiç olmazsa bakıcı tabirinden, çocukken izleyerek sakin oturduğumuz saatleri sayarak. Ölümüne üzüldük. Ve aslında Williams’ın kariyeri boyunca sıkıntısını ve depresyonunu anlatan çeşitli imgeleri ayaklandırdığını (ki Williams çocuksu kalmakta o kadar inatçıydı ki daha ziyade patenliyordu), kendisi intihar edince farkettim. Yani oysa Williams filmlerinde cennet ve cehenneme çoktan girmiş çıkmış, küçülemeyen bir büyüğü, sonra büyüyemeyen bir çocuğu, sonra da aktörlük için belki de bugüne kadar düşünülmüş en iyi metafor olan kutu oyuna hapsolmuş deli bir avcıyı oynamış bitirmişti. Evet depresyon hastalık. Ama komik insanların da güldürülmeye ihtiyaçları oluyor bazen. Ya doktor tedavisiyle, ya ilaç endüstrisinin yardımıyla, ya sevenleri ve hayranlarının anlayışı ve şevkatiyle. Uzatmıyorum. Aşağıdaki Robin Williams’ın 2010 yılında İngiliz gazetesi The Guardian’da yayınlanan, Decca Aitkenhead imzalı bir röportajının çevirisi.
İşlerin normal düzeninde, bir Hollywood aktörüyle yapılan bir röportaj bir alışverişin kurallarını takip eder. Aktör yeni filmini tanıtmak istemektedir ve başka konulara girmeyi de istemez – özellikle de kişisel konulara. Gazeteler de yeni filmle ancak şöyle böyle ilgilidir ama aktörün diğer konulardan bahsetmeye ikna edilebileceğini umar – özellikle de kişisel konulardan. Bazen bu anlaşma açık açık yapılır, ama çoğu zaman iki taraf çoktan mutabıktır ve röportaj kibar bir dans şeklinde ilerler, iki taraf da kendi çıkarını sağlamak için manevralar yaparlar. Fakat bu sefer bu adet tam tersine dönmüş görünüyordu.
Robin Williams’ın yeni filmi, Dünyanın En İyi Babası, gerçekten harika. Son senelerde katlanılamayacak kadar duygusal filmlerde rol alan Williams, sonunda en azından zeki ve düşünceli bir yapımın içinde yer alıyor; bir sürü enteresan temaya dokunan bu karanlık, hafif garip film hakkında konuşmasını dört gözle bekliyorum. Fakat Williams’ın başka planları var. Film ya da filmin ilgilendiği konular hakkında ağzından tutarlı bir şeyler koparmak imkansız – ta ki konu çok kişisel meselelere gelinceye kadar. O zaman Williams dürüst, açık ve berrak. Farkediyorum ki Williams’ın tek hakkında konuşmak istediği, alkolizme tekrar saplanışı, rehabilitasyona gidişi ve açık kalp ameliyatı.
Malesef, benim bunu anlamam biraz zaman alıyor ve arka arkaya Dünyanın En İyi Babası hakkında sorular sormaya devam ediyorum. Williams filmde Lance isminde başarısız bir yazar, öğretmen ve sinema tarihinin belki de en sevimsiz buluğ çağındaki çocuğuna sahip bir bekar babayı canlandırıyor. Lance’in oğlu Kyle, hardcore internet pornosuna bağımlı ve hemen hemen herkes tarafından nefret ediliyor – ta ki bir gün kazayla ölene dek. Babası yalandan bir intihar notu hazırlıyor ve mektup sızdırılıyor. Okul gazetesi mektubu yayınlayınca metnin vuruculuğu herkesin çocuk hakkındaki düşüncelerini ölümü sonrasında yeniden değerlendirmesine sebep oluyor. Ve daha sonra bu yapma yas, kontrolden çıkıyor.
Yeni popülaritesinin çekiciliğine karşı koyamayan Lance, koskocaman bir günlük yazarak oğlununki olarak yutturuyor ve kayba duyulan o doymaz açlığı canlandırıyor. Yayınevleri arasında bir açık artırma savaşı başlıyor, günlük bir çoksatan oluyor ve Lance de kendini gündüz kuşağında bir televizyon programında, sahte bir celebrity olarak mitolojik oğlunun trajedisini bir ulusa pazarlarken buluyor.
Film, modern yas endüstrisinin insanı öldürecek kadar komik bir sorgulaması, ama Williams’a durumun kötüye gidip gitmediğini sorduğumda yumuşak bir ifadeyle “Eh, insanlar bunu istiyor bence. Garip bir şekilde, umudu canlı tutmaya çalışmak bu.” diyor. Yani Williams filmin iç bayıltıcı duygusallığa karşı takındığı sert tavrı paylaşmıyor mu? “Yani, çaba gösterip büyük resmi kaçırmamaya çalışıyorsun, hem en iyisini, hem en kötüsünü hatırlamak istiyorsun.” Bir noktada Amerika’da ölen insanların mitler haline getirilip getirilmediklerine dair soruya evet diyecek gibi oluyor ama sonra lafı dağıtıp Ronald Reagan’ın sesini taklit etmeye başlıyor, ama eski başkandan üçüncü şahıs ile bahsederek. “Belki de sevilecek türden bir adamdı, ama görev süresinin yarısında farkettik ki adamın nerede olduğuyla ilgili hiçbir fikri yoktu.”
Williams’ın filmin temasını arkadaşı Christopher Reeve öldüğünde ucundan kıyısından tecrübe edip etmediğini sormak istiyorum. Williams’ın gerçek bir insan ve arkadaş olarak gördüğü Reeve’in yasını hayranlarının Superman ölmüş gibi tutmalarına şahit olmak zor muydu?
“Dostumdu,” diyor Williams üzgün bir ifadeyle. “Onu tanımak, özellikle kazadan sonra ve nelere katlandığını da bilince – garip bir durumdu.” Peki nasıldı, diye bir daha şansımı deniyorum, ünlü bir figürün yasını kendi kendine tutmaya çalışmak? “Eh, bu bambaşka biro lay” diyor, ama daha sonra Reeve’in karısının ondan bir sene sonra ölmesinden bahsetmeye başlıyor. “Her zaman oluyor, biliyorsun, ama çocuklarını tanıyorum, çok harikalar, ama bir sene içinde bu kadar büyük kayıplara uğradıklarını görmek, işte bu çok zor.”
Yas üretmede medyanın rolü ile ilgili bir soru soruyorum, ama onun yerine Williams bir adamın karısını aldattığını kadın stüdyo izleyicileri karşısında itiraf ettiği bir talk show’u hatırlıyor. “Salak. Piranha avına çıksaydın ya? Kadınlar suratına “Allah’ın belası” diye bağırıyorlar ama televizyona çıkma fikri bütün hakaretlerin üzerine geçmiş.” Williams burada Güneyli bir redneck ifadesi takınıyor ve “Tv’ye çıktım!” diyor. Sonra normal sesiyle, “Salaksın sen, insan neden böyle bir şey yapar?” Sonra gene redneck sesiyle: “Televizyona çıktım, ünlü olacağım”. En son olarak, gene kendi sesiyle: “Tabii ki, hem de tam beş dakikalığına, zirvedesin yani.”
Yas endüstrisinin durumu hakkında pek bir yere varmıyoruz, ben de internet pornosunu deniyorum. Williams’ın üç çocuğu da internet çağında büyüdüler, bu yüzden internetin gençler üzerindeki etkisi konusunda ne düşündüğünü merak ediyorum. “Şey gibi – hayal edebileceğiniz her şey internette zaten var.” Ama Williams bunu nasıl değerlendiriyor, özgürleştirici ve güzel bir şey olarak mı, yoksa çürütücü ve kötü bir şey olarak mı? “Eski bir şey işte,” diyor. “Pompeii’nin duvarlarına bak. İnterneti başlatan o.” Daha sonra biraz sıkıcı bir biçimde iPhone’lardan ve cep telefonuyla nasıl video-konferans aramaları yapabildiğimizden bahsediyor.
Röportajdan önce endişem Williams’ın anlamlı bir şey söyleyemeyecek kadar çılgın ve manik olacağıydı. Yaz başında Jonathan Ross’un talk show’na çıktığında eski Williams biçimindeydi – deli sayılabilecek ölçüde hiperaktif, sesler arası devamlı geçiş yapan ve iç diyaloglarıyla şakalaşan Williams. Fakat kendisi kamera dışında, başka bir suyun balığı. Mizacı oldukça zen, hatta belki yas dolu ve ses taklitleri yapmadığı zaman bir cenazede veda konuşması yapsa çok uygun kaçacak alçak ve titreyen bir baritonda konuşuyor, sanki hemen ağlamaya başlayacakmış gibi. Yumuşak ve kibar, hatta belki şevkatli görünüyor, ama en ağır basan izlenim üzgün olduğu.
Diyaloğa dönüşen sağmalar bile durdurulamaz komedik bir tutkudan ziyade bir refleks gibi geliyor, ve Günaydın Vietnam’daki garip artikülasyon uçup gitmiş. Çoğu zaman ağzını açtığında yanlış cümle başlarının birbirine dolanmasından oluşan alakasız bir kelime sırası fırlıyor ve sonunda gerçek bir cümleye dönüşmeye çalışıyor. Örneğin, “Yani/Şimdi/Sonra/Yani/Şey/Ben – Eskiden bazen sadece çalışmak için çalışırdım.” Uzun dalgalı bir radyo kanalına bağlanmaya çalışmak gibi bir şey.
Alkol bağımlılığının bununla bir ilgisi olabilir mi diye merak ediyorum. Williams eskiden çok içen bir kokain bağımlısıydı ama 1983’te ilk oğlunun doğumundan önce ikisini de bırakmış ve 20 sene boyunca temiz kalmıştı. 2003’de Alaska’ta film çekerken tekrar içmeye başlamıştı fakat. Bunu bana kendisi söylüyor, ve söylediği an daha ilgili görünmeye başlıyor.
“Küçük bir kasabadaydım, eh dünyanın ucu denmez ama dünyanın ucu da oradan görünüyor, ve aklıma ilk gelen şeydi içki içmek. Birden düşündüm ki, bir dakika, belki içki içmek işe yarar. Çünkü yalnız hissediyordum ve korkuyordum. Hani bu çok çalışmayla gelen ve insane siktir et, belki bu yardımcı olur dedirten durum. Ve dünyanın en kötü şeyiydi tabii ki.” Tekrar başladığında ilk içkisi ona kendini nasıl hissettirmişti? “Sımsıcak ve harika hissediyorsun. Sonra bir bakıyorsun ki bir problem haline gelmiş ve sen yapayalnızsın.”
Bazıları Reeve’in ölümü yüzünden içkiye tekrar başladığını iddia etmişlerdi. “Hayır,” diyor sessizce, “sebebi bundan daha bencilceydi. Aslında tam manasıyla korkmaktı sebebi. İçinden diyorsun ki, bu korkuyu alıp götürür. Ama işe yaramıyor.” Neden korkuyordu? “Her şey. Genel bir arrgggg hissi. Korku ve anksiyete hissi.”
Kokaine tekrar başlamamıştı, çünkü “Biliyordum, o beni öldürürdü.” Battı balık yan gider diye düşünmediniz mi, dedim ve sordum, “Balık o yana gitmedi mi?” Gülüyor. “Hayır. Kokain – hem paranoyak hem iktidarsızsın, ne eğlenceli. Hadi o günlere geri dönelim diye düşünen tek bir parçam bile yoktu. Geceyarısına kadar süren anlamsız konuşmalar, şafakta uyanıp izin gününde bir vampir gibi hissetmek. Hayır.”
Başının tekrar belada olduğunu anlamak için bir hafta içki içmek yetmişti ama. “O ilk hafta boyunca kendi kendine yalan söylüyorsun, bırakabilirim diyorsun, sonra vücudun devreye girip hayır, sonra bırakırsın diyor. Sonra yaklaşık üç sene aldı ve gene bıraktım.”
Sürdüğü zaman boyunca eğlenceli değildi diyor, ama üç sene eğlencesiz geçirmek için fazla uzun bir sure değil mi? “Uzun tabii ki. Çoğu zaman sadece utanç verici şeyler yapıp durduğunu farkediyorsun.” Cannes’da Sharon Stone’un düzenlediği bir hayır açık artırmasında içki içişini hatırlıyor: “Bir baktım ki bayağı kafam bir dünya, sonra bir bakıyorum önümde paparazzilerden oluşmuş bir duvar var. “Aman neyse, sırrım ortaya çıkmış oldu” dedim.”
Sonunda onu kalıcı rehabilitasyona yönlendiren şey bir aile toplantısı olmuş. Rehabilitasyondayken “Robin Williams” olup olmadığını soruyorum, ve bana hak veriyor. Baştan şakalaşmaya, komiklikler yapmaya başlıyorsun, ama garip bir şey, grup terapisinin kurallarına ihanet etmeden bunu nasıl yapabilirsin ki? En sonunda söküp atıyorsun o komikliği.”
Williams haftada en az bir kere Anonim Alkolikler toplantısına katılıyor. “Katılmak zorundayım. Katılmak iyi geliyor.” Üzerindeki bu zen sakinliğinin bir kısmını da bu AA toplantılarına borçlu sanırım. Zaman zaman duygusallaşıyor, çocuğum olup olmadığını soruyor ve evet dediğimde müjdeyi yeni vermişim gibi kafasını sallayıp “Tebrikler. İyi şanslar. Çok harika bir şey” diyor. Ama işin aslı sakinliği geçen senenin başında geçirdiği, doktorların kalp kapağını bir domuzunkiyle değiştirdiği açık kalp ameliyatından kaynaklanıyor da olabilir.
“Tanrım, duygulanıyorsun tabii. Bariyerlerini kırıp geçiyor, kelimenin tam manasıyla göğsünü delip geçiyor. Ve hiçbir seçeneğin yok, öyle ikiye yarıp açıyor seni. Ve çok ölümlü hissediyorsun tabii ki.” Bu ölümlülük iması hala üzerinde taşıdığı bir his mi? “Elbette.” Bu bir lütuf mu? “Elbette.”
Dediğine göre her şeyi daha yavaştan alıyor artık. Bir film yapımcısıyla yaptığı ikinci evliliği 2008’de bitmiş – o zaman bırakmış olsa da çoğunlukla içki içmesi yüzünden. “Yani, biliyorsun, utanç vericiydim ve tiksindirici şeyler yapıyorsun, ve o noktadan geri dönmesi ve iyileşmesi zor. “Seni affediyorum” filan diyebilirsin, ama iyileşmekle aynı şey değil bu. Geri dönmek değil.”
Çift, 19 sene boyunca beraberlerdi ve şimdi yetişkin olan bir oğul, bir de kızları vardı; 70’lerde bir aktrisle olan evliliğinden ise başka bir oğlu vardı. Williams bugünlerde kalp ameliyatından kısa sure önce tanıştığı bir grafik tasarımcıyla beraber ve birlikte San Francisco’da yaşıyorlar. “Ama yavaştan alıyoruz. Bilmiyorum, belki bir gün evleniriz ama acelemiz yok. Şimdi her şeyi yavaşatan almak istiyorum, bu da iyi bir şey. Çok daha iyi bir şey.”
Williams eskiden klasik bir işkolik olduğunu söylüyor, ama 59 yaşında profesyonel hayatında da yavaşlamaya kararlı. “İki senelik bir dönem boyunca sekiz film yaptı. Bir noktada duyduğum espri içinde olmadığım bir filmin bir türlü çıkmadığıydı. Aklındaki fikir de çalışmalıyım, yoksa beni unuturlar. Unutmaları da çok tehlikeli. Sonra farkediyorsun ki, hayır, aslında bir ara verirsen insanlar seninle daha çok ilgilenebilirler. Şimdi kalp ameliyatından sonra, yavaştan alacağım her şeyi.”
Williams başka hiçbir şey olmadıysa bile üretkenliğine laf edilemez. 70’lerin sonunda Mork ve Mindy adındaki sit-com’da çılgın bir uzaylıyı canlandırdıktan sonra stand-up komedyeni olarak bilinmeye başlamıştı, derken Günaydın Vietnam’daki hayret uyandıran performansı kendisine 1988 senesinde bir Oscar adaylığı kazandırdı. Gelecek beş sene içinde The Fisher Kingve kadın kılığında bir dadıyı oynadığı ve anaakım başarı getiren Bayan Doubtfirefilmleriyle iki Oscar adaylığı daha kazanacaktı. En sonunda, 1998’de Can Dostum (Çev. N.: Çev. N. ile işaretlenmesi gerekecek kadar kötü bir film adı Çev.) filmindeki performansıyla Oscar ödülünü kazandı. Son yıllarda ise, kibarca ancak daha az başarılı olarak tanımlanabilecek filmler yapmıştı.
Bazıları gerçekten felaketti, mesela izlenmeyecek kadar sakarin Patch Adams, veya daha beteri Old Dogs gibi bayık duygulara boğulmuş aile komedileri. Williams’a bu filmlerde neden oynadığını sorduğumda “Eh, Old Dogs’u ailesiyle izleyip çok iyi vakit geçirdiğini söyleyen bir sürü insanla karşılaştım.” Onuru zedelenmemiş miydi? “Hayır, faturaları da ödediler. Bazen para kazanmak için film yaparsın.” Ama bu filmleri zeki senaryolarla karıştırmadığını da ekliyor. “Neyin içine girdiğini çok iyi biliyorsun, tamamen. Biliyorsun şapşal bir şey olacağını. Ve bu da okey.”
Bir çok insan gibi, Williams’ın film seçimleri benim de kafamı karıştırmıştı her zaman. Erken dönemdeki stand-up şovlarının keskinliği en kötü filmlerindeki duygusallık ile bağdaşmıyordu ve eğer Williams’ın iddia ettiği gibi Old Dogs gibi filmler faturaları ödüyorduysa gerçekten de çok pahalı bir yaşam tarzı olmalıydı. Ben Dünyanın En İyi Babası’nı izlediğimde yalnızca Williams’ın duygu dünyasını diğer yaptığı çöplerden daha iyi yansıttığını düşünmüştüm. Ama kendisiyle tanıştıktan sonra bundan emin değilim. Rehabilitasyon mu yoksa açık kalp ameliyatı mı bilmiyorum ama Williams duygusallığıyla oldukça rahat olduğu bir noktaya gelmiş görünüyor.
Şimdilerde daha mutlu hissedip hissetmediğini soruyorum, ve yumuşakça “Galiba. Ve mutsuz olmaktan da korkmuyorum. O da okey. Ve daha sonrasında da şey olabilirsin, hani, her şey yolunda gibi. İşte olay o. Ödül o.”
Görsel Notu: Kendisi de 66 yaşında intihar eden Amerikalı ressam Mark Rothko’nun, hayatının son senelerinde Texas’ta yaptığı, dünyanın en sofistike ve düşünülmüş siyahlarıyla karanlığa pencereler açan kilise projesi.