Prometheus’un ilk trailer’ı internete düştüğünde Michael Fassbender’ın kariyerinde süblimleşip sonunda mikrodalgada ısıtılabilen bir seks robotunu oynadığını düşünüp sevinmiştim. Biliyorsunuz, eni konu iyi bir aktör olan Fassbender’ın tumturaklı soyadı ve hemen her filmde görünüp düşkünlerini sevindiren pipisi, 2011’e damgasını vurdu. Hep beraber “Ciddi oyuncumuz gelmiştir,” olduk. Shame filminde Fassbender’ın pipisinin göründüğü ilk beş dakikayı kaçırdığım, Hunger filminde ise dramdan nefes alıp pipiye dikkat ayıramadığımdan Prometheus için, umutluydum yani. Kablolu kablosuz farketmez, sene 2012, gündemden geri kalmayalım gibilerinden, biraz ellerimi ovuşturdum. Arkadaşlar çağ, bilgi çağı. Her şeyi bilmek hakkımız.
O zaman filme kazmayla giriyorum. Öncelikle bir synopsis yapalım mı? Hareketli bir synopsis patlatır mıyız? (Mikrofonun kablosunu kenara çekerek ayağa kalkıyor) 2089 yılındayız. İki düdük bir mağarada insanlığın başlangıcına dair ipuçları olarak yorumladıkları bir yıldız haritası görüyorlar. “Bulduk, anamızı babamızı bulduk! Gidip bakalım,” oluyorlar. Film iki sene sonraya, bu iki düdük artı başka düdüklerin de içinde bulunduğu, dev bir şirketin benziniyle yürüyen bir uzay gezintisine hopluyor. Ekip, hep beraber insanlığın yaratıcısı olduklarından şüphelendikleri, “Mühendis” dedikleri varlıkların niyetini ve gizemini çözmeye çalışacaklar. Allah var mı diye bir bakacaklar. “Biz kimden gelmeyiz, kimlerdeniz,” sorularını soracaklar. Bu niyetlerle uzay gemilerini eski bir yapının yanına parkedip, dolanmaya başlıyorlar. Derken ipler geriliyor, olaylar patlıyor, her anlaşmazlık gibi bu da komiser Zeki Alasya’nın masasının önünde göbek atarak çözülüyor. (Pek değil)
Dürüst olmak gerekirse Prometheus neredeyse yüzlerce ilginç Youtube videosunun birbirine eklendiği bir palavra şeridi diyebiliriz. Soru sorar gibi yapmanın, cevap verir gibi yapmanın, bilir gibi yapmanın hüküm sürdüğü bir yapım: Prometheus, üniversitenin ilk senesinde yetişkinlik coşkusuyla tartışmaları cehenneme çeviren o öğrenci. Senaryosu deliklerle, oyunları acemilikle dolu. Alien çerçevesinde Ridley Scott’ın kuvvetli kadın kahramanlara düşkünlüğü olduğu söylenir – Bu filmideki kadın kahraman malesef Fassbender’ın canlandırdığı robottan daha robot, tüm evreni çalıştıran ışıklı blokflüt fikrinden daha kafasız. Bu muydu serüvenine inanacağımız kadın kahraman? Ayıp ediyorsunuz. Biz uzaya bunun için çıkmadık.
Ama biraz daha baştan alalım. Prometheus, filmin belki de en insani dakikalarıyla açılıyor. Robot Fassbender’ı bomboş bir uzay gemisinde, garip bir sakinlik ve ev ödevi hissiyle “insanlık” çalışırken görüyoruz. Dil öğreniyor, kendi kendine filmlerden replikler ezberliyor, kafasındaki ideale yaklaşmak için saçını sarıya boyuyor. Neredeyse insanın içine dokunan sessiz ve samimi bir hazırlanma. Burada yapıştırma kaşlarına ve pipisini göstermemesine rağmen Fassbender’ın çok incelikli ve hesaplı bir oyunculuk sergilediğini söyleyip hakkını teslim etmem lazım. Üzerinde resmen robotsu bir çocukluk vardı. Fassbender bunlarla uğraşırken vakit geliyor: Uzay gemisi gideceği yere vardı. David’in lagalugayı bırakıp herkesi bir bir uyandırma vakti. Dövülecek yaratıklar, ellenecek yapış yapış pis şeyler, çıkacak hadiseler var.
İşte bu noktadan sonra film kendi palavra helezonunda dön babam dönmeye başlıyor: İnsanlığın arkasındaki sırrı çözmekle mükellef bilimadamları kapsüllerinden çıkıp bu yabancı gezegene ayak bastıkları an bir Erasmuslu öğrenci ruh haline geçip anında cozutuyorlar. Mesela dev bütçeli uzay ekspedisyonu için seçilmiş ve seyahati özgür iradesiyle kabul etmiş iki bilim adamı, affedersiniz internet denyoları gibi “Ben uzaya evrim teorisini çürütmeye geldiğimizi bilmiyordum yee, bu iş yatar abisi,” “Burası çok sıkıcı ve garip ve sevmedim, eve gidelim,” yapmaya başlıyorlar. (Duraktan araba çağır da şirkete yazdır bari, manyak mıdır nedir) Fakat bu duruşu utanmadan sergileyen sözkonusu iki karakter, yaklaşık on dakika sonra bir mağaranın içinde eşşek kadar bir uzay yılanıyla karşılaşacaklar, karakterleriyle hiç örtüşmeyen bir biçimde “Ne kadar güzel bir yaratıksın sen,” deyip uzay yılanını sevmeye çalışırken ölüp gidecekler. Biz de bu vesileyle filmde sonu gelmeyecek karakter tutarsızlıklarının ilkiyle tanışmış olacağız, “Madem uzaylı yılanı görünce okşayacaktın, baştan niye o kadar çene yaptın,” demeye fırsatımız ve hakkımız da olmayacak. Film daha dakikasında karakterleri gelecek dönemeçlerin kağıt bahaneleri olarak kullanmaya başlıyor. Kimsenin yaptığının hesabını soramıyoruz. Kısacası bu paragrafı filmin karakter gelişimi, yaradılış ve Allah sevgisi açılarından hiçbir şey beceremediğini söyleyerek kapatabilir miyim?
Dilerseniz yazının başından beri gelmeye niyetlendiğim fakat pipi, uzay yılanı ve Erasmus heyecanı hususlarından vakit bulup da bir türlü yazamadığım asıl konuya, kadın karakterlere bakalım. Elimizdekiler:
- Dost ruhlu bilim kadını Elizabeth Shaw
“Nereden geldik” çalışmaları anabilim başkanı Elizabeth Shaw, boynundaki haçla organize dinlere de göz kırpan, amacı sadece ve sadece Mühendislerin insanlığı niye yaratıp, sonra da mahvetmek istediklerini bulmak olan cesur kadın karakterimiz. (Bu soruya filmin sonunda belli belirsiz, “Bir şey denemek istemişlerdi de,” gibisinden, yarım bir cevap alıyoruz.) Garip ve tutarsız duygusal çıkışları, inandırıcılıktan uzak diyalogları ve çocuğu güldürecek bir idealizm anlayışı var. Shaw, ortalara doğru içine uzaylı girmesi gibi hepimizin ara ara çektiği bir dertten mustarip oluyor, ama uzayda garip kürtaj yasaları olmadığı için ve bedeni de kendi bedeni olduğu için, bu istenmeyen, zamansız durumdan kendi seçimiyle kurtulmayı başarıyor. Filmdeki kürtaj sahnesi o kadar kanlı ve vahşi ki, filmin kürtaj karşıtı olduğunu bile ara ara düşündüm. Filmin bundan sonraki bütün sahnelerinde kadın kahraman göbeğinde zımbalarla, “Onu şey yaparken düşünecektin,” dercesine acı içinde kalan yılanlardan ve tehlikelerden kaçmaya çalışıyor. Robot Fassbender’ın uzaylılarla bir olup ortalığı birbirine katma planı sırasında herkes ölürken, Shaw hayatta kalıyor. Film, Shaw mühendislerin kendi gezegenine gidip doğru dürüst hesap sormak için yola devam ederken sona eriyor. (Bu arada Elizabeth’in robot Fassbender’dan geriye kalan kopuk kelleyi “Şarja takıp bir daha bakmak lazım,” niyetiyle çantasına attığını, yolculuğun geri kalanında tam olarak yalnız sayılmadığını da ekleyeyim.)
- Eski dostumuz Charlize Theron
Theron, Prometheus’ta uzay ekspedisyonunu başlatan ve hesabı omuzlayan büyük şirketin varisi, ve geminin başkanını oynuyor. Filmin ısrarla yılların eskitemediği “Profesyonellikten içi soğumuş kadın” olarak görmemizi istediği Theron’un filme inat bütün ihtirasları anlamlı, öncelikleri gerçekçi ve söyledikleri mantıklı. Kafası tıkır tıkır çalışıyor, diğer karakterlerin aksine bu uzay tatilinden ne istediği ve beklediği belli, film boyunca bir kere bile “Paşam sana ne oldu?” sorusuna ihtiyaç bırakmıyor. Alev makinasıyla adam tutuştururken bile bunu niye yaptığını rahatlıkla görebiliyoruz, hayırlısıyla bu işten sıyrılmanın derdinde. Fakat senaryonun, filmin sonunda bu takdire şayan kadını niye uçan bir meteorla ödüllendirdiğini anlayamıyoruz. Oysa Charlize Theron haklıydı. Meteoru ve o muameleyi, haketmedi.
Valla durum bu. Kadınlar kazanmadı, dostluk bile kazanmadı. Prometheus’un garip, canhıraş temposuyla birincil amacının izleyenin kafasını allak bullak etmek istediği açıktı. Soru soracağınız yerde yıvış yıvış arap sabununu boşaltıp “Tabii ya bunlar uzaylıydı, her şey olabilir yani,” demenizi bekliyor. Sonuç olarak bütün kusurları ve affedersiniz saçma sapanlığından azade olarak, güçlü kadın avukatlığı yaparmış görünümünde ha bire dayak, ha bire eza politikası güttüğü notuyla da, bu yazıyı kapatmak isterim. Prometheus: Herkese yazık oldu, bazılarına daha yazık oldu.