Bir iki gün önce Twitter’a göz gezdirirken 7 saniyelik dehşet verici bir vidyoya maruz kalmak başlattı bu yazıyı. Bugüne kadar yaşanmış olanlar yetmedi değil. Fakat biz kadınlar, biriktirdiğimiz, her gün üzerine eklediğimiz bir öfkeyle yaşamak zorunda kaldığımız bu hayatta, gırtlaklarımızı düğümleyen öfkemizi bileklerimize sarıp duvarları yıkmak için adımlar atıyoruz. Her gün binbir direnişi yeniden ve yeniden gerçekleştiriyoruz. Emine Bulut’un direnişine ise 20 Ağustos’ta son verildi. Ölüm şeklini tarife lüzum yok, gördük. Son sözlerini ezberledik. Annesinin gözlerindeki çaresizliğini seyreden kızı gibi biz de Türkiye’de kadın olmanın nasıl bir şey olduğunu iliklerimize kadar hatırladık.
Diğer yandan boşanmış bir kadının eski eşi tarafından katledilmesi, birkaç yıldır yürütülen bir lobiye alet edildi. 18 yaş altı evlilik destekçisi, nafaka karşıtı, mağdur kocalar edebiyatçısı bir kitle son birkaç yıldır İstanbul Sözleşmesi’nin iptali için kampanyalar yapıyor. Bu kampanyaları uzun zamandır ucundan kıyısından görüyordum fakat ciddiye almak istemedim. Bunu yapabilecek etki alanları olduğuna da inanmak istemiyordum. Fakat şu an görüyorum ki çoğunluğu geleneksel aile yapısını kutsayan muhafazakarlardan oluşan bu kitle, Türkiye’de kadın mücadelesi adına kazanılmış en önemli hukuki kazanımlardan birinin altını oymak için canla başla uğraşıyor.
Geçen sene cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce bir imza listesi yayınlandı. Çok fazla imzaya ulaşmasa da temel fikir aydan aya geçerlilik kazanıyor toplumda. “Mevcut ‘aile politikaları’ neticesinde dağıtılmakta olan ‘aile’ kurumu ve kurulmakta olan ‘ailesiz toplum’ konusundaki endişelere kulak verilmelidir. Modernitenin, tüm diğer düşünce biçimlerini ezdiği bu devirde; ‘Aile’ kurumuna karşı bütün dünya çapında savaş açılmıştır.“ cümleleriyle başlayan imza metni, İstanbul Sözleşmesi’nin iptalini ve “aile odaklı” yeni düzenlemeleri talep ediyor.
Birkaç yıldır 18 yaş altı evlilikler, müftü nikahı ve nafaka gibi farklı cephelerde meclise taşınan 6284 karşıtı tekliflerle sözleşme olabildiğince cılızlaştırılırken bir yandan da mağdur kocalar/babalar kurgusu üretiliyor. Şiddet gören kadınların aldıkları uzaklaştırma kararlarının cinayetlere sebep olduğu gibi korkunç bir argüman sosyal medyada insafsızca beğeniliyor, paylaşılıyor.
AKP içerisinde bir soğuk savaş süregidiyor. Hükümetin çeşitli kadın düşmanı politikalarını meşrulaştırdığı için kadın mücadelesine zarar verdiğine inandığım KADEM bu soğuk savaşta geleneksel, aman aileye zeval gelmesinci, kol kırıp yen içinde bırakan erkekler tarafından topa tutuluyor. Yusuf Kaplan’ın KADEM’i Twitter’da topa tutmaya başlamasıyla beraber İslamcı cenahtan çeşitli gruplar bu tartışmaya dahil oldu. temel olarak ikiye ayrılıyorlar. Bir grup, sözleşmeyi içeren kanunun korunması gerektiğini düşünüyor. KADEM başkanının geçen temmuz ayında yaptığı açıklamada “…bütün eleştirilere ve tartışmalara rağmen, bu sözleşme Uluslararası bir sözleşmedir ve bir üst metin mahiyetindedir. Bir çerçeve sunar, her ülke kendi örfi ve hukuki şartları içerisinde uygulamasını belirler” demesi bu grubun tavrını özetliyor. Diğer grup ise sözleşmenin aile yapısına nasıl zarar verdiğinden bahsediyor. Bu tartışmalar o kadar ayyuka çıktı ki sonunda Ayşe Böhürler “Başınıza İstanbul Sözleşmesi kadar taş düşsün!” başlıklı bir yazı yazdı. Bu yazıya daha sonra geleceğim. AKP içerisindeki bu soğuk savaşta Erdoğan’ın da bir o tarafa bir bu tarafa savrulması işleri hiç kolaylaştırmıyor. Bir çıkıyor “Sözleşme Allah’ın emri değil ya, istersek feshederiz” diyor, başka bir gün tutup “Fena sözleşme değil aslında, sivri yerlerini törpüledik mi, iş görür” minvalinde konuşuyor. Sonuç olarak tüm AKP’liler sözleşmede değişiklik yapılması, daha “aile pozitif” olması gerektiği fikrinde buluşmuş durumda. Hatta Türkiye Yazarlar Birliği 2020 senesini Aile Yılı ilan ettiklerini açıkladı. İstanbul Sözleşmesi, sekülerlik, batıcılık, modernite yüzünden hasar görmüş aile kurumunu onarmak için yapamayacakları şey yok.
Ayşe Böhürler’in yazısına tekrar dönersek, Böhürler çok dikkatimi çeken birkaç cümle sarf ediyor yazıda, “Kendi ömrümden örnekle bu tartışmalardaki söylemin 30- 40 yıl öncesinden hiçbir farkı yok. O zaman İstanbul Sözleşmesi yoktu ama yine ‘aile yıkılıyor’ ithamları üzerimize üzerimize ihale edilmeye çalışılıyordu.”, “…sözleşme yeni değil, bu oluşumlar yeni değil, şiddet yeni değil, ailenin yıkılması meselesi yeni değil. Tanzimattan Abdullah Cevdet’ten başlayabiliriz kayıt tutmaya. Batıda aydınlanmayla bireyselliğin baş tacı edilmesi, sanayi devrimi, kadın hareketleri filan olalı çok oldu; 200 yıl desek olur. Hani neredeyse insanlık tarihiyle özdeş olaylara bile sebep olarak İstanbul Sözleşmesi’ni gösterir hale geldiniz.” Mahalle içerisinden gelen çok önemli bir hatırlatma ve eleştiri bu. Böhürler’in cümleleri, İslamcı mahallenin ve bu mahallenin etki altında bıraktığı toplumsal kesimin kadınların yaşam haklarını çiğneme pahasına komplekslerini sürdürdüklerini ifşa ediyor.
Tanzimattan bu yana besledikleri “yozlaşıyoruz” korkusunun acısı artık çok fena çıkıyor. Dün Emine Bulut’un ölümüne tanıklık ettikten sonra Tuba Erkol’un kocası tarafından “namus” gerekçesiyle öldürüldüğünü öğrendik. Aynı gün, Özgecan Aslan’ın kuzeninin vahşice katledildiğini okuduk daha önceki haberleri sindirememişken. Anıt sayaç hızla yükseliyor. Yaşamdan eksilen kadınlar orada beliriyor. Seyirci kalmak ya da kalmamak için çabalamak, çabalarken tökezlemek, tökezlerken oturmak ve otururken bir başka kadının daha hayatını kaybettiğini öğrenmek… Daha kötüsü de öfkeni dile getirdiğinde, acını haykırdığında karşında dayanışma temennisi ve teselliyle değil bir şeytanlaştırmayla karşılaşmak… Öyle bir şeytanlaştırma ki “ya annesiyim ümmetin ya hiç, ya meleği yanlışlıkların ya da hiç”*, ya aile içerisinde bir kutsal objeyim -kutsal kitap gibi bez torbalar içerisinde yüksek duvarlara asılı- ya da yuva yıkıcı, adi, fettan, katil erkek çocukların anası… Temel farklılığı bu şekilde tabir edebiliriz. Tuba Erkol’un ölüm haberine şişirilmiş kanaat önderinin attığı “uzaklaştırma kararı vermeseydiniz karısını öldürmezdi” mentionını görene kadar, biz cinayet haberleriyle sarsılmışken Emine Bulut’un failini mağdur baba/koca ilan eden sıradan yurdum insanına şahit olana kadar bu farklılığı derinlemesine düşünmemiştim uzun zamandır. Öyle bir farklılık ve anlamazdan gelmek ki 8 Mart’ta “Allah mısınız? Aileniz batsın!” pankartı açan Müslüman ve feminist arkadaşımızı hunharca linç etmeye kalktılar.
Hz. İbrahim müşrikleri inandıkları putların ne kadar çaresiz olduklarını ispatlamak için bir gece mabede girer ve bir tanesi dışında tüm putları baltayla parçalar. Sağlam duran putun da boynuna baltayı asar ve çıkar. Ertesi gün buna şahit olan müşrikler sorumluyu hemen tespit ederler. İbrahim ise inandığınız tanrılardan biri yapmıştır diyerek boynunda balta asılı heykeli işaret eder. Kuran’da geçen bu kıssayı çoğu Müslüman duymuştur, okumuştur. İbrahim önce iletişim kurmayı dener insanlarla. Vahyi anlatır, tehvide çağırır. Balta hilesi başvurduğu son yoldur. Çünkü kutsallarını tabu haline getirmiş, el sürdürmeyen, yan gözle baktırmayan ve ne kadar zulüm üretirse üretsin asla özeleştiri yoluna gitmeyen insanlara derdini anlatmanın başka çaresi kalmamıştır. Put dediğimiz şeyin yalnızca kumdan, kilden, helvadan yapılan heykeller olmadığını; insan evladının tarih boyunca herhangi bir olgu veya nesneyi pekala putlaştırarak zulmü örtbas ettiğini biliyoruz. Soruyorum öyleyse, ya yeni putumuz “aile” ise? Ya onu olduğundan, olabileceğinden tamamen başka bir noktaya getirip koruyacağız derken yozlaştırdıysanız ve zulüm üreten bir yer haline getirdiyseniz? Ya en ufak soruda, karşı çıkışta, fiskede sırça gibi parçalanır diye pamuklara sararken kendi ellerinizle zayıflattıysanız ve şimdi kendiliğinden yıkılacak diye İstanbul Sözleşmesi’ne saldırıyorsanız?
Bu sorular kimin önüne düşer, kim nasıl cevaplar bilmiyorum. Fakat bu cevapları kendilerine veremeyenlerin her defasında duydukları korkuyla kadın mücadelesine saldırmalarına şahitlik ediyoruz. Vereceğimiz cevapları duymamak için “ailesiz toplum”, erken evlilik mağdurları”, “mağdur babalar/kocalar” tanımları üreterek hedef şaşırtmaya, at izini it izine karıştırmaya çalışıyorlar.
Ama gelin görün ki korktukları başına geldi, konforlu alanlarını sağlam tutmak için inşa ettikleri kutsallık çatırdadı. Kadınlar çatlaklardan sızdı, yarığı derinleştirdi, yıktı, kırdı geçti. Yıkıntılara, hatta bazen yıkıntı altına itilmiş ve orada can veren kadınlara bakıp hala suçluyu göremeyenlere söyleyeyim; sizsiniz. Çatlattığınız, altını oyduğunuz yapılardan kendimizi kurtardığımız için özür dilemeyeceğiz. Kendi adıma şuna da inanıyorum; yıktıklarımızın yerine inşa ettiklerimiz göz alıcı olacak. Her tuğlasına kaybettiğimiz insanları yazdığımız, kapılarının üzerimize kilitlenmek için değil, yeni yolları açmak için yapıldığı, sıkı sıkı örtülmüş perdelerin değil, içeriden dışarıya gördüğümüz seyrettiğimiz şeffaf pencerelerin olduğu yapıları kendi ellerimizle ve acı tecrübelerimize rağmen inşa edeceğiz.
Görsel: Moving Towards Fire (1983)