Gezi sürecinin henüz ilk günlerinde başörtülülere karşı çeşitli tacizlerin ve saldırıların olduğu haberleri yayılmaya başlayınca, üzülerek ifade etmeliyim ki hiç şaşırmadım. Gerçek şu ki çoğu Müslüman başörtülü kadın ömründe en azından bir kez, sıklıkla birçok kez, çeşitli tacizlere ve saldırılara maruz kalmakta ve bunların bir kısmı kadınlığı ile ilgiliyken büyük bir başka kısmı da görünebilir Müslümanlığı ve bu iki kimliğin kesişiminden doğan çeşitli siyasî, sosyal, ekonomik, ve kültürel yargılarla ilgili. Bunu elbette bir istatistikî veri olarak sunmuyorum; bu örtülü Müslüman bir kadın olarak kendi deneyimim ve çevremdeki bu kimliğe sahip nice kadının tanıklıkları ve deneyimlerinden doğan bir durum tespiti. Bırakın Türkiye’de günlük karşılaşılan tacizleri ve saldırıları, bizzat, Türkiye’den sekiz bin küsûr kilometre ötede, Kanada’da dahi yine “Türklerden” başörtülü bir Türkiyeli olduğum için çeşitli saldırılara mâruz kalmış birisiyim.
Zaten onlarca yıldır varolan bir ayrımcılık ve son birkaç yılda değişen sosyoekonomik dinamikle birlikte artan bir kutuplaşmanın üzerine, Gezi süreci belirli kesimlerin kaygılarının bir patlaması ve sosyal kutuplaşmanın ayyuka çıkmasını beraberinde getirdi. Bunun sonucu olarak bu tarz taciz ve saldırıların artması ne yazık ki kimseyi şaşırtmaz. Bunun tahmin edilebilir olması elbette kötülüğünden ve yanlışlığından hiçbir şey kaybettirmiyor. Fakat açıkçası beni asıl şaşırtan bu üzücü gelişmelere Türkiye’deki anaarter feminist hareket içerisinde yer alan birçok tanıdığım ve takip ettiğim kişilerin tavırları oldu. Son birkaç yılda Türkiye’deki feminist hareketin “devlet feminizmi” kökeninden sıyrılıp, daha çoğulcu, daha çok-katmanlı bir harekete dönüştüğü ümidini taşımaktaydım; bu ümidim Gezi süreciyle beraber tamamen yok oldu. Yetmedi, feminizmin en sorunlu kollarının argümanlarıyla birlikte, eski reflekslere dayanan çok çeşitli ataerkil argümanın da feminist ağızlardan çıktığına şahit olduk. Ne yazık ki çoğu kadın hakları savunucusu ve genel olarak Gezi sürecine katılan birçok tanıdığım ve takip ettiğim kişi de bu argümanları hiçbir sorgulamaya tabi tutmadan kabul etti.
Bu süreçte Türkiye’deki feminist hareketin karşılaştığı sorunlar ve sınavlar üzerine kapsamlı bir şey yazmak istesek en azından bir kitap yazmamız gerekir; bu sebeple bunun yerine hem doğrudan beni de ilgilendirdiği ve deneyimimle alâkalı olduğu için hakkında daha rahat konuşabileceğim, hem de tartışması daha kolay olacak spesifik bir örnek ile başlamak istedim.
İşte bu yüzden, bu yazıda Gezi sürecinde ortaya çıkan başörtülü kadınlara yönelik taciz ve saldırı iddialarına ve bildirilerine karşı yine çoğu feminist hareketten çıkan çeşitli argümanları (safsataları) ele alarak söküme uğratmaya çalışacağım. Son olarak da feminist hareketin geleceğine dair birkaç şahsî kanımı paylaşacağım.
Fakat öncelikle yararlı olduğunu düşündüğüm bir kavramı açıklamak isterim: “intersectionality” veya “kesişimsellik”. Terimi feminizm (siyah feminizm) bağlamında ortaya atan hukuk teorisyeni Kimberlé Crenshaw, terimi “siyah kadınların… deneyimlerini şekillendirirken, ırk ve cinsiyetin birbiriyle etkileşime girdiği türlü yollar”i diye tarif ediyor. Terim kısa bir süre içerisinde, özellikle de farklı birçok adaletsizlik ve ayrımcılığa maruz kalan gruplarda, yaygınlık kazanmıştır. Bugün daha genelleyici şekilde tanımlarsak, “intersectionality” veya Türkçe bir karşılığı olarak “kesişimsellik”, çeşitli ayrımcılık ve sömürü sistemleri ve süreçlerinin kesişimlerinin irdelenmesi ve göz önünde bulundurulmasıdır diyebiliriz. Terimin tazeliğine rağmen arkasında çok ciddî büyüklükte bir yazın var; bu yazını etraflıca açıklamam elbette mümkün değil fakat basit bir şekilde niçin bu terimin ve yaklaşımın mühim olduğunu açıklayayım: hiçbir belirli adaletsizlik veya ayrımcılık veya sömürü diğerlerinden bağımsız bir şekilde işlemiyor. Irkçılık ataerkillikten, ataerkillik sınıfçılıktan vs. bağımsız değil. Bugün Türkiye’de Kürt bir kadın hem Kürt kimliği hem de kadın kimliği ile baskı görebiliyor ve bu baskıların birbiriyle girift bir ilişkisi var; vakumda, ful izolasyonda var olmuyorlar – vakumda, ful izolasyonda var olmuyoruz. İşte bu sebeple “kesişimsellik” çok önemli bir kavram: herkesin çok çeşitli mağduriyetleri ve çok çeşitli imtiyazları olabilir. Bu mağduriyetler ve imtiyazlar arasındaki karmaşık ilişkileri anlayabilmek için, bunların ilişkileri ve etkileşimlerini kavramamız gerekiyor.
Gezi sürecinin başlarında başörtülü kadınlara yönelik ilk taciz haberleri gelmeye başladığında bazı feministlerce öne sürülen bir argümanı ben ancak daha sonraları öğrenebildim. Bu argüman şöyle: “Başörtülü kadınlar değil – ‘kadınlar’ tacize uğruyor. Bu kadınlar başörtülü oldukları için değil, kadın oldukları için saldırıya uğruyor.”
Başta bu argüman kulağa mantıklı gelebilir, kuşkusuz bu kadınların tacize uğramasında “kadın” olmalarının payı var. Fakat üzerinde durup biraz düşündüğünüzde ister istemez şu soruyu soruyorsunuz: “bu kadınlar sadece ‘kadın’ mı? Kadınlıkları ile dindar kimliklerinin hiç mi kesişimi yok?” Başörtünün, hangi sebeple örtülürse örtülsün, örtünen kadına İslamî vurgulu bir “görünebilirlik” kattığı aşikâr. Nitekim bu kadınlar sadece “kadın” olarak var olmuyorlar, hem kadın hem örtülü dindar birer Müslüman olarak varlar – kimliklerinin bu iki yönü birbirinden tamamen ayrık değil. Aynı şekilde bu kadınlar yıllar boyunca Türkiye’de hem kadın oldukları için hem de dindar Müslüman oldukları için çok çeşitli ayrımcılıklara maruz kalmaktalar. Bu ayrımcılıkların önemli bir kısmı sık sık kesişir de nitelikte; örneğin başörtüsü yasakları ile başörtülü kadınların eğitim ve çalışma haklarının kısıtlanması gibi. En başta bahsettiğim “kesişimsellik” terimi bu argümanın aslında ne denli sorunlu olduğunu anlamakta çok işe yarayan bir terim ve yaklaşım: bu argüman, bu kadınların başörtülü / dindar-Müslüman kimliklerini yok sayıyor ve “kadın” kimliklerini de sanki bu diğer kimliklerinden bağımsız, izole yaşayan bir şeymiş gibi ele alıyor. Daha da öteye giderek bu kadınların gördüğü mağduriyetlerin, kimliklerinin çok çeşitli yönleri ve gördükleri çok çeşitli ayrımcılıklardan olabileceğini reddederek tek ve belirli bir mağduriyete indirgiyor. Bu elbette işin teorik yönü; pratik yönüne göz atarsak bu taciz bildirimlerinin çoğu zaten doğrudan bu kadınların “başörtülü” veya “dindar-Müslüman” kimliklerinin de hedef alındığını aşikâr kılacak detaylar içeriyor. Örneğin medyada da en çok ses getiren bildirimlerden birinde saldırganların “Tayyip’in …” “Ne geldiyse bu ülkenin başına bunların başörtüsü üzerinden geldi vurun şuna” “Kutsal başörtüymüş, görün bakalım kutsalı size neler yapacağız” gibi ifadelerde bulunduğu belirtiliyor.ii Bu ifadelerin kendisi, olayın teorik yönü bir yana, pratikte saldırının kadının hem “kadın” kimliği (cinsiyetçi küfürlerin olması), hem de “başörtülü” / “dindar-Müslüman” kimliğine karşı olduğunun ve ikisinin giriftliğinin işâreti. Bunu hiçe sayarak saldırının sadece “kadın” olmalarından ileri geldiğini savunmak, bu kadınların “başörtülü” / “dindar-Müslüman” kimlikleri yüzünden yaşadıkları ayrımcılık ve sömürüyü gözardı etmek olur ki bu da kapsayıcı değil dışlayıcı bir feminizme yol açar. Bu tarz bir feminizm de bu kadınların mağduriyetlerine bir çözüm olamayacağı gibi bu kadınlara hiçbir şekilde hitap da edemez. Nitekim, nüansın belirginleşmesi adına diyebiliriz ki, ABD’de beyaz bir feministin siyahî kadınların yaşadıkları taciz ve saldırıları “siyahlıklarıyla hiç alâkası yok, sadece kadın olmalarından tüm saldırılar” diye tarif etmesi, siyahî kadınların yaşadığı ırkçılığı ve bu ırkçılığın ataerkillik ve kadın düşmanlığı ile zaman içerisinde girdiği girift ilişkileri gözardı etmek olur. Böylece de aslında ilgili ırkçılığın devamına yardımcı olmuş olur. Aynı şekilde Türkiye’de kadınların “başörtülü”, “dindar-Müslüman” kimliklerinden ötürü yaşadıkları ayrımcılığı reddetmek de ülkedeki Müslüman-düşmanlığının, veya mesela “Kürt” kimliklerinden ötürü yaşadıkları ayrımcılığı reddetmek de ırkçılığın devam etmesine katkı sağlar.
İkinci bir duyduğum argüman ise şu şekildeydi: “Başbakanın konuşmaları provoke edici. İnsanlar provoke oldukları için başörtülü kadınlara saldırıyorlar, asıl suçlu Başbakan.” Kuşkusuz Başbakan’ın süreç boyunca retoriği oldukça problemliydi, yer yer ciddî anlamda saldırgandı da. Bununla birlikte Başbakan’ın retoriğinde doğrudan bu kadınları hedef tahtasına oturtmaya yönelik bir şey olmadığı gibi, eninde sonunda ilgili suçu işleyen Başbakan veya onun sözleri değil aklı yerinde yetişkinler. Bugün anaarter medya kadına karşı şiddet imgeleri ile dolu, buna karşı elbette sesimizi yükseltmeliyiz fakat pratikte belirli bir kadına karşı belirli bir şiddet eyleminin sorumlusu “genel olarak medya” diyebilir miyiz? Bu, oldukça kaypak bir suçluyu aklama girişimi değil de nedir? Ortada henüz işlendiği söylenen suç iddiaları mevcûtken, suçluyu suçlamaktansa, siyâsî bir figürün retoriğinin fütûrsuzluğu ve sorunlarına suçun yıkılması ne kadar adaletlidir?
Daha da ileri gitmek istiyorum: provokasyon nedir? Neye göre karar veriyoruz provokasyona? Kadına karşı uygulanan şiddetin “provokasyon” bazlı olduğu fikrini kim hangi kanıtlar ile ortaya atıyor? Feminist hareketin canla başla karşı çıktığı argümanlardan birisi de erkeklerin çeşitli sebeplerle provoke olarak (örneğin kültür, toplum, kadın bedenine dair yaklaşımlar vs) kadınlara saldırdığı ve bu yüzden de asıl suçlunun bu saldırganların kendisi değil de daha soyut bu kurumlar ve öğeler olduğu değil mi? Taciz ve tecavüze karşı bu “provokasyon” argümanına sürekli karşı çıkarken, bir ande ilgili taciz başörtülülere karşı olunca, “provokasyon” iddiaları gerçeklik mi kazandı? Ne yazık ki bu argüman başlı başına feminizm açısından çok büyük bir siyasî ikiyüzlülüğü de içermektedir ve kanımca ahlâken ve hukûken çirkindir.
En çok duyduğum ve irdelenmesi gerekilen üçüncü bir argümansa şuydu: “Gezi’de başörtülü bazı kimseler vardı ve tacize hiç uğramadılar. Bu yüzden bu taciz haberleri yalandır.” Bu argüman bazı başörtülü kadınların bireysel yaptığı “Ben Gezi’deydim ve tacize uğramadım. Taciz haberleri yalan.” çıkışlarıyla en aşırı noktasına ulaştı. Bu tarz söylemler Gezi eylemlerine katılan binlerce insan tarafından, feministler dahil, şişirilerek sosyal medyada büyük bir ölçüde paylaşıldı. Bu argümanın neden ve nasıl sorunlu olduğu aslında cümleleri birkaç kere okuyunca öyle aşikâr ki hiçbir özel söküme ihtiyaç duymuyor: Gezi sürecinde Taksim’de protestolara katılmış bazı başörtülü kadınların tacize uğramamış olması, onlarca farklı kentteki sayısız gösteride ve bu gösterilerle ilişkili olarak hiçbir başörtülü kadının tacize uğramadığı anlamına gelmez. Hecelemek gerekirse, ben X kentinde Y günü hiçbir taciz yaşamamışsam, çıkıp “X kentinde Y günü ben hiç taciz yaşamadım. Yani X kentinde Y günü hiçbir taciz yaşanmamıştır” diyemem, desem insanlar benim aklî dengemden şüphe eder sanırım. İşte bu argümanı benim için en ilgi çekici kılan ve belki de asıl irdelenmesi gerekilen kısmı da bu: safsata olduğu bu kadar bariz bir argüman nasıl olup da bu kadar büyük destek ve ilgi gördü? Nasıl oldu da Taksim’de bulunan bazı başörtülü kadınların şiddet ve tacize maruz kalmaması, hiçbir başörtülü kadının şiddet ve tacize uğramadığı kanısına vardırdı? Öyle ki, taciz iddialarında bulunan başörtülü kadınlara doğrudan “yalancı” muamelesi yapıldı? Şunu da unutmayalım, bu argümanın ta kendisi bu iddialarda bulunan kadınlara dolaylı olarak “yalancı” demektedir.
Gezi sürecinde duyduğumuz yukarıdaki argümanlar ve benzeri birçok safsata ile benim için ortaya çıkan şu oldu: Türkiye’de sosyal medya dahil anaarter medya ve sosyal oluşumlarda hakim olan feminizm bir tür “beyaz feminizm”. Bu feminizm kapsayıcı değil: “öteki” gördüğü grupları (Türkiye’de bu dindar örtülü kadınlar, lgtbq bireyler, farklı etnik gruplardan bireyler vs olabilir) ya dışlıyor ya da bunlardan birer “örnek”/”token” alarak sahte bir kapsayıcılık kılıfına bürünüyor. Kapsayıcılık sorununun da ötesinde hiyerarşik bir yaklaşıma sahip olduğu ve toplumda çok belirli bir sosyokültürel ve sosyoekonomik kesimin temsilcisi olduğu, bu kesimin imtiyazlarını asla sorgulamadığı da bir gerçek. Ben şahsen bu kesime, “beyaz Türkler” demeyi tercih ediyorum ve geleneksel Kemalist vurgudan da bağımsız kullanıyorum bu terimi. Bunlar orta-sınıf veya üstü, eğitimli, sosyokültürel hiyerarşide “kültürlü” sayılan, illâ ki etnik olarak Türk olmasa da sosyal planda “Türk” sayılan veya kendisini “Türk” olarak tanımlayan, seküler veya laik, siyasî olarak kendisini daha çok sol veya liberal kategorilerde tarif eden insanlar. Bu bağlamda “beyaz feminizm” dediğim de Türkiye’de bu kesimin öncülüğünü yaptığı feminist hareket; doğal olarak öncelikleri ve diğer gruplarla etkileşimi kendi sosyal, kültürel, sınıfsal, siyasî parametreleri ve imtiyazlarının ötesine geçemiyor.
İşte bu sebeple Gezi sürecinden feminizm adına benim çıkardığım ders bizim bu anaarter “beyaz feminizm”den ayrık, kendi gruplarımızın dertlerini daha iyi anlatabilecek “otantik” kadın hareketlerine muhtaç olduğumuz. Nasıl ABD’de “beyaz feminizm” (orada elbette ‘ırk’ vurgusuyla ortaya çıkmıştı bu ‘beyaz’lık ama sınıfsal vs yönleri de mevcuttu) karşısında “siyah feminizm” ortaya çıkmış ve ülkedeki kadın hakları sorunlarının yanı sıra kadınlara ve kadın haklarına çok yönlü bakmanın gerekliliğini de ortaya koymuşsa, Türkiye’de de “beyaz feminizm”e karşı kadın hareketlerine ihtiyaç var. Haklarımızı bize bahşetme otoritesini kendisinde gören ve bizimle ancak hiyerarşik şekilde örgütlenecek, “asimetrik” dayanışmalar ve dolayısıyla dayanışmadan ziyâde yeni tahakkümler getirecek bir yapının içerisinde olmak yerine, kendi örgütlenmelerimizle alternatifler yaratmak ve Türkiye’deki kadın hareketlerini böylece zenginleştirmek, çeşitlendirmek, yepyeni ve hakîkî dayanışmalar kurabilmek bizim elimizde. Ancak böyle böyle Türkiye’deki anaarter kadın hareketi de değişime ve dönüşüme uğrayacak, daha doğrusu değişim ve dönüşüme uğraması gerektiğinin farkına varacaktır.
Siyasette başörtüsünün “her ne hikmettense” aniden hem “sağ”lı hem “sol”lu değer kazanmaya başladığı şu günlerde… her iki kesimin de kadınıyla erkeğiyle başörtülü kadınları “kurtarmaya” soyunduğu şu günlerde… Oryantalist ekolün yerli ürünlerinin “Beyaz Kurtarıcılığı”na ihtiyacımız olmadığını ikrâr etmenin özellikle mühim olduğunu düşünüyorum. Sağolun ama biz kendimizi kurtarırız.
——–
iCrenshaw, Kimberle. “Mapping the margins: Intersectionality, identity politics, and violence against women of color.” Stanford law review (1991): 1241-1299.
ii“O Kadın Konuştu: Vururken ‘Görün Bakalım Kutsalı’ Diyorlardı!” Radikal. N.p., 13 June 2013. Web. 22 July 2013.
– Bu yazı ilk olarak hkubra.org sitesinde yayınlanmıştır.
– Görsel: Gertrude Abercrombie