Pazartesi günü toplumsal cinsiyet dersinin son haftasıyla bu dönemi bitirdik. Sabah derse giderken aklıma sevgili Ceren Damar düştü; günlerdir çok da aklımdan çıktığı söylenemez. Okula doğru yürürken düşündüm, belki o da doktorasını bitirince adaletin ya da hukukun cinsiyeti diye bir ders açacaktı, benim gibi son derse böyle heyecanla gidecekti. Şüphesiz yapacak çok şeyi vardı; ileriye dair planlar, kurduğu hayaller, bir şu tez bitsin de diyordu muhtemelen kendine. Daha 24 yaşındaydı Ceren Damar, hayatının baharında, kariyerinin başında. Kendisiyle hiç tanışmadım ama çok ortak arkadaşımız varmış, büyük ihtimal bir gün bir yerlerde karşılaşacaktık. Mesela Şule Çet davasını izlemeye gitmeyi düşünüyormuş, belki orada belki benzer başka bir yerde. Hakkında yazılanları okuduğumda, bir gün tanışmamız muhtemelmiş, tanışsam konuşacak çok şeyimiz varmış diye düşündüm. Ancak, hepsi yarım kaldı, hem de en beklenmedik, en kötü, en acı şekilde; çünkü ne olursa olsun en kötü şartlarda bile kimse bir öğrencisi tarafından öldürülmeyi beklemez, ölümünün bu şekilde olacağını tahayyül etmez. Ama oldu işte, hepimizin günlerdir okuduğu, dinlediği üzere Ceren Damar kopya çeken öğrencisi hakkında tutanak tuttuğu için bu öğrencisi tarafından öldürüldü.
Üniversitede genç bir kadın akademisyenin sınavda asistanlık görevini yaparken, sınava giren erkek öğrencisi tarafından bıçaklanarak ve silahla vurularak öldürülmesi şüphesiz ki birçok açıdan ele alınıp çok boyutlu düşünülmesi gereken bir olay. Geçen haftadan beri bu konuya ilişkin başta akademisyen arkadaşlar olmak üzere birçok insan açıklama yapıyor ve olayın olma nedenlerini üniversitelerin dönüşümü ve bugün geldikleri nokta, özel üniversitelerdeki öğrenci-hoca ilişkisi, şiddetin günlük hayatımızda normalleşmesi, toplumda eğitimli insanlara saygının yitirilmesi ve hak/hukuk duygusunun aşınması gibi çok farklı açılardan değerlendiriyor. Bunların hepsi bu cinayetin gerçekleşmesinde belirleyici olan faktörler ve her birinin üzerine incelikle düşünmek ve tartışmak gerek. Ancak, ben bu yazıda daha az görünür olan ve şu ana kadar çoğunlukla sadece feminist kadınların ve akademisyenlerin dile getirdiği kadına yönelik erkek şiddeti ve akademinin cinsiyeti boyutuna odaklanmak istiyorum. Şüphesiz bu demek değil ki, yukarda saydığım diğer şeylerden bağımsız tek başına ele alacağım; aksine, bu olayın bir toplumsal cinsiyet meselesi olarak değerlendirilmesi, bütün bu boyutların bir araya gelerek oluşturduğu bugünkü toplumsal bağlamın böyle bir cinayete nasıl sebep olduğunu anlamamız açısından önemli bir tartışma alanı sunuyor.
Ceren Damar’ın öldürülme haberini ilk okuduğumda, bu olayın genç bir kadın asistanın başına gelmesine ve yapanın da bir erkek (öğrenci) olmasına şaşırdığımı söyleyemem. Üniversiteye ilk öğrenci olarak girişimden itibaren hesaplayacak olursak yirmi yıldan fazladır akademik hayatın içinde olup, bunun yaklaşık on beş yılında asistan ve öğretim üyesi olarak çalıştım; dolayısıyla, böyle düşünmek için epeyce haklı sebebim ve deneyimim var. Daha da önemlisi, bunun benim kişisel izlenimim ya da öznel deneyimim olmayıp akademide çok sayıda kadın tarafından paylaşılıyor olması. Bunu son bir haftadır sosyal medyada kadın akademisyenlerin, özellikle genç kadınların art arda yaptığı paylaşımlardan görebilirsiniz. Haberi duyduktan sonra ben de bu olayın bir kadın cinayeti olduğunu ve bunun akademinin eril cinsiyetçi kültürüyle de yakından ilgili olduğunu ifade eden ve bunu kısaca açıklayan birkaç paylaşımda bulunmuştum. Yazdıklarım hiç beklemediğim ve bugüne dek karşılaşmadığım yoğunlukta günlerce bitmeyen bir etkileşim aldı. Şüphesiz bunların arasında söylediklerime karşı çıkan, isyan eden ve suçlayan yorumlar da yok değildi; bunların içinde en yaygınları konuyu cinsiyete indirgemem, ayrımcılık yapmam ve böyle acı bir olayı kendi işime geldiği gibi yorumlamam. Tabi bunun dışında bir de erkekleri katil adayı olarak gösterdiğime dair bir yorum vardı ki, o başlı başına ayrı bir tartışma konusu olur. Fakat beni asıl etkileyen bunlar değil, benim paylaşımım ardından sayısız genç kadının, açık ya da anonim hesapla, akademide yaşadıkları sorunları ve benzer sıkıntıları paylaşmaları oldu. Adeta sessizlik duvarı yıkılmış, genç meslektaşlarının ölümüyle birlikte kadınların uzun zamandır içerde biriktirdikleri öfke ortaya dökülmüştü. Yapılan paylaşımların çoğunun “benimki ölümle sonuçlanmadı ama…” diye başlaması, aslında bu olayın kendilerinin de başına gelebileceğini, bu ihtimali düşündüklerini gösteriyor. Buna ek olarak, kadınlar aynı zamanda böyle durumlarda ne kadar yalnız kaldıklarını da anlatıyorlar ve ayrıca erkek meslektaşlarından, hocalarından kadın olmalarından dolayı gördükleri tepkiler, uyarılar, üstü kapalı imalar ve daha bir dolu şey. Bu anlamda, Ceren Damar’la kurulan ortaklığın en çok da genç bir kadın akademisyen olmak üzerinden gerçekleştiğini görüyoruz.
Nasıl bir şeydir akademide genç kadın olmak? Maalesef bu soruya cevap verirken kullanabileceğimiz çok araştırma yok. Sadece genç kadınlar da değil, genel olarak kadın akademisyenlerle ilgili çalışmalar çok kısıtlı. Çoğu da nicel makro çalışmalar, kadınların deneyimlerine dair çok bir şey söylemiyorlar. Belki de böyle bir olayın tetiklemesiyle bundan sonra daha çok çalışılmaya başlanacak. Yine de var olan az sayıda çalışmanın sonuçlarında bile, ülkemizde akademinin son derece cinsiyetçi bir kültüre sahip olduğunu görebilirsiniz. Ceren Damar’ın öldürülmesinin ardından bu olayın bir kadın cinayeti olduğunu söylememle birlikte en çok karşılaştığım soru, “ne yani, erkek hoca olsa olmayacak mıydı?” sorusu oldu, hemen akabinde, erkek hocalar ve asistanlar da bugün neler yaşıyor bilmiyorsunuz, gibi ifadeler eklenerek. Her şeyden önce bir şeyin böyle olduğuna dair bir tespit, bunun başka şekilde olabileceğini reddetmek anlamına gelmez. Tabi ki bir erkek asistanın da başına gelebilirdi, ama bunun ihtimali daha düşüktür, evet bugünkü toplumsal ve siyasi iklimde bile. Ve olsaydı bile asla bu şekilde gerçekleşeceğini sanmıyorum. Kimi erkek meslektaşlarımızın da kendi deneyimlerine dayanarak açıkça ifade ettiği üzere, öğrenci genelde kadın asistana davrandığı gibi erkek asistana davranmaya cüret edemez –bu fark aynı zamanda erkek ve kadın öğretim üyeleri arasında da geçerlidir, özellikle genç yaş grubunda. Bu, şüphesiz toplumsal olarak otoriteyi cinsiyet açısından nasıl gördüğümüze dair önemli bir ipucu veriyor. Erkeğin üstün ve güçlü görüldüğü, lider sayıldığı, her yerde sözünün geçtiği bir toplumda, öğrencilerin üniversitede bundan farklı davranmasını niye bekleyelim ki, hele de içinde bulundukları akademik kültür bunu her fırsatta üretiyorsa?
Akademiye dair en büyük yanılsamamız, yüksek eğitimli insanların bulunduğu bir alan olduğu için cinsiyet ayrımcılığının ve özellikle cinsel taciz ve şiddet olaylarının olmayacağına dair yaygın bir algımızın olması. Oysaki eğitimli erkeklerin eşlerini ya da sevgililerini dövdüklerine, tanımadıkları kadınlara tacizde bulunduklarına dair bir sürü haber okuyoruz ama yine de bir yükseköğrenim kurumu olan üniversitede olmasına inanamıyoruz. Bu şüphesiz ki modern dünyada eğitime yüklenen misyonla ilgili; eğitimin insanları erdemli, medeni bireylere dönüştürmesini bekliyoruz. Bu yüzden eğitimin kadına yönelik şiddeti önleyeceğine dair yerleşmiş bir inancımız var, ancak eğitimin en çok çuvalladığı yer de burası çünkü eğitim kurumlarının kendileri baştan ayağa cinsiyetçi. Dolayısıyla konu toplumsal cinsiyet olunca, eğitimin gereğinden fazla abartıldığı kanısındayım; evet eğitim şart da, bu şekilde değil. Öğrenci geliyor üniversiteye, daha ilk yıldan bölümde kimin sözünün geçtiğini, hayatını belirleyen kararları kimin verdiğini, kime karşı saygılı ve dikkatli olacağını ya da kime karşı geleceğini ve buna benzer bir sürü şeyi izleyip öğreniyor, deneyimliyor. Şöyle hızla bir düşünsek, bütün ülke çapında kadın rektör sayısı bir elin sayısını geçmez; dekanlık kadrolarında da kadın hoca görmek zordur, genelde yardımcı olarak bir tane olur olursa, dolayısıyla yönetim ve karar mekanizmalarında öğrenciler genelde hep erkekleri görür. Evet, üniversitelerde, özellikle sosyal bilimler alanlarında, kadın akademisyen oranımız yüksek, bununla sürekli övünüyoruz ama rakamlara yakından baktığınızda bütün hikâye değişiyor. Bu kadınların büyük çoğunluğu asistan ve doktor öğretim üyesi kadrolarında, yani en dezavantajlı ve zayıf grup. Hele kadın asistanlarsa akademik hiyerarşi zincirinde en zayıf halka, işte bu yüzden sevgili Ceren Damar’ın öldürülmesi kişisel olarak talihsizlik olabilir ama yapısal düzeyde bu olayın onun başına gelmesini kuvvetli bir olasılık haline getirir.
Peki, akademinin cinsiyetçi kültürü sadece bunlarla mı kısıtlı? Keşke bu kadar basit olsaydı ama tabi ki değil. Kadınların yönetim kadrolarında yer almaması, karar verme süreçlerine dâhil olamaması zemini hazırlar, ama eril tahakküm ve cinsiyetçiliğin asıl örüldüğü yer gündelik ilişkiler ve pratiklerdir. Öğrenciler bölümde kadın ve erkek hocaların ilişkilerini, birbirine yönelik tutum ve davranışlarını görür, izleyerek öğrenir. Genç kadınların kendi meslektaşları tarafından ciddiye alınmamaları, arkalarından alaycı ve hatta aşağılayıcı konuşmaların hepsi bir şekilde dışarıya yansır. Zaten kimi yerlerde bu o kadar açıktan yapılır ki görmemek için kör olmak gerekir. Bu genç kadınların çalıştıkları birimlerde uyumlu ve uysal olması beklenir, aksi takdirde erkek asistanları överek kullanılan sıfatlar kadınlara gelince birden “fazla” gelebilir: fazla iddialı, fazla hırslı, fazla sesi çıkıyor, fazla talepkâr diye bu liste uzar gider. Buna ek olarak, kadınlardan çoğu zaman çalıştıkları bölümlerde geleneksel işbölümünü devam ettirmeleri beklenir; işte ortalık toplama, düzenleme, çay-kahve ya da yiyecek getirme, misafir ağırlama vb. Öte yandan akademik etkinliklerde erkeklerin görünürlüğü ezicidir. Üniversitelerde düzenlenen konferans ve paneller adeta bir erkekler geçididir; açılış konuşmaları, davetli konuşmacılar, moderatörler, panelistler ezici çoğunlukla erkektir. Kadınları sayıyla bulursunuz çünkü o kadar azdırlar. Ve bu o kadar normal, o kadar doğal bir şekilde işler ki, kimse bunda bir sorun olduğunu aklına getirmez. Genç kadın akademisyenler böyle bir ortamda var olmaya çalışırken, bunları sorgulamaya ya da yaşadıkları sorunları anlatmaya kalktıklarında çoğu zaman sözlerine kulak veren olmaz ya da gerekirse susturulurlar.
Bütün bunları okurken, hak verseniz bile, bir yandan bunun kopya çeken bir öğrencinin işlediği cinayetle ne ilgisi var diye soruyor olabilirsiniz. Görünüşte ilgisiz gibi görünen bu olaylar, o ya da bu şekilde denk geliyor gibi görünen şeyler bir araya gelince bir sistemi oluşturuyor, bunların her biri akademik sistemin işleyen bir parçasıdır. Ve bunu anlayabilmek için, cinsiyetçiliğin sistematik doğasının görmemizi engellediği bağlantıları kurmamız gerekir. Yukarda çok genel hatlarıyla anlattığım bir ortamda eğitim alırken bu cinsiyet kodlarını ve buna bağlı üretilen hiyerarşileri görerek, yaşayarak öğrenen bir erkek öğrenci, kopya çektiğini yakalayan genç bir kadın asistan tarafından cezalandırılmayı kabullenmekte zorlanabilir, ona karşı çıkma hakkını kendinde görebilir. Zaten bunu kendisi de ifadesinde “yediremedim” diyerek açıkça ifade etmiştir. Otorite olarak erkek hocayı görürken, genç kadın asistanı hocadan saymamakta beis görmemektedir. Çünkü bu algı bir yandan yaşadığımız ataerkil toplum tarafından sürekli her fırsatta yerleştirilirken bir yandan da akademinin cinsiyetçi kültürü tarafından da pekiştirilir. O kadar kendine yedirememiş, erkekliğine hakaret olarak görmüştür ki, bu öğrenci asistan hocasını önce dövmüş, yetmemiş defalarca bıçaklamış ve silah kurşunuyla öldürmüştür. Tüm bunları bir araya getirdiğimizde sevgili Ceren’in ölümü bir kadın cinayeti örneği değil de nedir?
“Bizi yıpratan, bahsetmediğimiz, bahsetmemeyi öğrendiğimiz bu olaylardan o kadar çok var ki” diye yazmış son kitabının bir yerinde Sara Ahmed. Ataerkil cinsiyetçi sistemin bir olayla diğer, bir deneyimle başka deneyim arasındaki bağlantıyı kurmamızı engellediğini, hatta bizim koparmayı öğrendiğimizi söylüyor. Artık, belki de sevgili Ceren’in ölümüyle duyduğumuz bu ortak acı ve öfke, deneyimlerimiz arasında bağ kurmayı öğretir bize çünkü etrafımızda örülen duvarı ancak birlikte, birbirimizi görerek ve yaşadıklarımızı ortaklaştırarak yıkıp sesimizi duyurabiliriz.
Ana görsel: Georgia O’Keeffe, İsimsiz (Rotunda – University of Virginia), 1912-1914.