Ofisteyim. Kapı çaldı. Bilgisayarda işime devam ederken, buyurun dedim. Kurye birkaç isim söyleyip elindeki paketleri masaya bırakacaktı her zamanki gibi, son paketle birlikte gözümü ekrandan ayırıp bi iki yere imza atacaktım ben de. Öyle olmadı.
Nasılsınız? dedi kurye.
Başımı yukarı kaldırmamla birkaç saniye kalakaldık karşılıklı. Dünyanın en sıradan sorusu. Nasılsınız? Bugünde mi, bende mi, kuryede mi bir şey vardı bilmiyorum, cevabını bilmediğim gerçek bir soru oldu bir anda “nasılsınız?”.
İki saattir düşünüyorum nasılım diye. Şu sonuçlara ulaştım. İyi değilim. Orası kesin. Kötü müyüm? Evet. Ama böğrüme saplanan bir acı da yok, geçtiğimiz iki yılda çok kez olduğu gibi. Nasıl bi kötülük o zaman bu seferki? Böyle, nasıl anlatsam, yassılmış, şeklini kaybetmiş bir mutsuzluk. Yani alıp da öyle nişan diye göğsüne iğneleyip dolaşamazsın, içip dağıtamazsın, kafa şişiremezsin. Yerine alışmış bir mutluluk-suzluk daha çok.
O zaman yerinden edilecek bir şey daha var şimdi! Böyle deyip kendi kendime gaza geldim iş yerinde. Her şeyin başı yanındakinin, yörendekinin hâlini hatrını sormak, bilmek. Benden sana bi ilmik, senden ona, ondan başkasına. Ben, sen, o, nasılız? Bunu bilmeden neyi bileceğiz ki allah aşkına?
Aşağıda bu en sıradan soruya verilmiş çeşitli cevaplar bulacaksınız. Siteden başlayıp yakın çevreye “nasılsınız?” diye sordum. Herkesin hâlinin ne kadar başka başka olduğunu görmek insanı kendi küçük çemberinden bir anda çıkarıveriyor. Yorumlarda buluşalım, büyük hâl hatır anketimizi birlikte yapalım mı sevgili 5Harfliler?
Nasılsınız?
Nigar:Böyle zamanlar Türkiye’den uzak olmak garip; Pazartesi sabahı işe giderken metroda insanların yüzlerine bakıp duruyordum, her seferinde kendi kendime “haberleri yok, umurlarında değil” diye hatırlatarak. Değil metro, çalıştığım medya ofisinde bile kimse sormadı. Istanbul’da olsa yanından geçtiğin herkesin aynı şeye kafa yorduğunu bilmenin garip birleştiriciliği var, ama Istanbul’da olsam bunu birleştirici bir şey olarak düşünmezdim tabi. Dün en sonunda yanımdan telefonda konuştuğu kişiye heyecanla Ankara 2. Bölgeyle ilgili bir şey anlatan Türkiyeli bir kadın geçti, rahatladım. Okuduğum, konuştuğum insanlara verdiğim tepkilerle değişiyor ruh halim, son iki günde sinirden ellerimin titrediği ve karnımın ağrıdığı da oldu, durumumuzla ilgili bir şakaya güldüğüm de, ülke ve insanları için umutla dolup çalışıp didinmek istediğim de, her şeyin her zaman yanlış ve çarpık olacağına emin olduğumu düşündüğüm de (bu sonuncusunda yine taşım taşım kaynayan bilgi kirliliği, manipülasyon, yalan haber, en doktoralı alim insanların bile iki saniye durup düşünmeden paylaştığı saçma sapan şeyler görüp durmanın da etkisi var). Gönül ister ki bende olumlu duygular uyandıran, enerjimi, kızgınlığımı, umudumu anlamlı bir yere yönlendirmeye, hayatta bir işe yaramaya teşvik eden insanlara ve düşüncelere yakın durabileyim.
Kiraz: İyiyim ben. Her iki kişiden birinin bütün bu olanlara, olacaklara razı gelmemiş olması bir biçimde iyi hissettiriyor. Uzun zamandır baskı altında, yok sayılarak yaşıyoruz. Bu çaptaki kötülüklere, yalanlara, sahtekârlıklara insan hemen uyum sağlayamıyor, ne yapacağını kestiremiyor tabi. Bu ruh halini güzel anlatan bir kelimemiz de var Türkçe’de, bocalamak diyoruz buna. Üzerimize korku, ölüm, tehdit boca ediliyor senelerdir. İşte şimdi bu dönem bizim için bitti, bunun sonuna geldik. Artık ne yapacağımıza, ne yapılabileceğine, ne olsun, olmasın istediğimize dair çok net fikrimiz var. Harekete geçmek, birlikte davranmak için gereken kolektif hafızaya sahibiz artık. Her seçim sonrası tartışılan şaibelerle ilgili ilk defa tartışma hemen kapanmadı, kapanmıyor mesela. Bu sadece sahtekârlığın aleni oluşuyla ilgili değil bence. Böyle dönüm noktalarında etrafımıza, sevdiklerimize bir dönüp bakmamız lazım. Kimin, neye ihtiyacı var bugünlerde, birbirimize sormalıyız. Ne yaparsak, bir diğeri daha iyi hissedecek? Kahve sevene kahve ısmarlayın, parası olan, olmayana versin, karnımız aç mı soralım birbirimize, evi kirli olanı beraber temizleyelim. Somut ihtiyaçları karşılamak, koşulları katlanılır hale getirmek önemli, ben bunu yapmaya çalışıyorum, iyi geliyor. Birbirini kollamanın türlü türlü yolları var, hareket buralarda da şekilleniyor çünkü. Buz, taş kesmiş gibiydim seçim günü. Şimdi geçiyor o hissiyat, buzun, taşın altından bir tür direnç çıkıyor, o yüzden de iyiyim. Daha iyi olacağız hep beraber olursak. Susamayız, sineye çekemeyiz, boyun eğemeyiz.
Suna: Öfkeliyim. Göz göre göre… Oy çalarak ülkenin sistemini değiştirmek ne ya? Yok öyle yağma! Bir yandan da hayal kırıklığı içindeyim. Alenen hile yapılıyor, aylardır ‘milletin iradesi’, ‘milletin kararı’ diye gezen milyonlarca insan bunu sineye çekmeye razı mı yani? Hadi diyelim hileli olduğundan emin değiliz–YSK’nın, AKP’nin geçiştirici “açık”lama demeye bin şahit isteyen demeçlerini rahatsız edici bulmuyorlar mı? Temiz olmadığı aşikar bu oylamaya dair duymaktan kaçamayacakları şüphenin peşinden gitmeyecekler mi? Vicdanlar rahat mı yani? Nasıl oluyor da tek bir ‘evet’ oyu veren gazeteci, yazar köşesinde, ‘evet’ verdim ama vicdanım rahat değil bu işin aslı nedir, deyip de gerçeği öğrenmeyi talep etmiyor? Bunların yanında, bugün herşeyden çok bu adamların gazıyla yalanlarıyla birbirimizden kopmamak için elimizden gelen her türlü fedakarlığı yapmamız gerektiğine inanıyorum. Daha fazla dinlemeye, daha fazla konuşmaya ihtiyacımız var. Bunların yanında bir de serinkanlı düşünme ve serinkanlı hareket etme alanı açmamız lazım. Sanırım en zoru panikten, öfkeden, hınçtan azade serin bir düşünce alanı açmakta. Öfkeyi yok edelim demiyorum, yer yer öfke lazım; ama öfkenin her yanı kapladığı bir düşüncenin, hareketin salim olamayacağını ve bu sebeple başka hislere ve düşüncelere alan açmanın ya da varsa o alanları korumanın elzem olduğunu düşünüyorum. İşte kendi kendime böyle şeyler söylüyorum ben 1-2 gündür.
Hazal: İyi olmaya çalışıyorum. Bir süredir tuhaf bir mesafeden izliyorum her şeyi gibi hissediyorum. İçinde değilim olanın bitenin. Ya da olanlar benim çok uzağımda. Gündemle her zamankinden çok yatıp kalktığım günlerde bile, referandum akşamı mesela, eskiden olduğu gibi öfkelenemediğimi, üzülemediğimi ya da bu pişkinliğe hayret edemediğimi görüyorum. Son zamanlarda beni en tedirgin eden his bu. Yabancılaşmamı fark ettiğim anlarda panikleyip kendimce yöntemlerle o mesafeyi aşmaya çalışıyorum, alışmamaya, bırakmamaya. Ama büyük siyaset sahnesinde olanlar her geçen gün bi boy daha ötede oynanan bi fars gibi geliyor. Bu hissin önüne geçmek şu son birkaç günde daha da zorlaştı. Bir yandan da kafamın içinde şunu döndürüp duruyorum doğrusu: neyi kaybettik? Yani cevapları hem biliyorum, hem bilmiyorum gibi. Bir ara bir şeyleri değiştirme ihtimalimiz vardı da şimdi bu ihtimali mi kaybettik? Yoksa hiç yok muydu o ihtimal, coşkuya kapılıp öyle mi sandık biz o dönem? Zaten olmayacak bir şey miydi mesela barış? Bunları böyle söylememem, düşünmemem gerektiğini de iyi biliyorum tabi, umutsuzluğun, yılgınlığın ayıp olduğunu, lüks olduğunu vs. Zaten tam umutsuzluk da denemez benimkine. İyi bildiğimi sandığım şeyleri şimdi bilemiyorum, inandığım şeylere öyle kolay ikna olamıyorum diyelim. Umudum, iyiliğim, inancım, üzerlerinde çalışmam gereken şeylere dönüştüler son iki yılda.
Mediha: Üç gündür sadece küfür ediyorum. Yağma ettiler oyları pezevenk oğlu pezevenkler. Ettiğim diğer küfürleri yazmak 5Harfli kimliğime yakışmaz. Hele Kürt illerinde ortamı sahipsiz görüp iyice gasp yapmış şerefsizler. Peki ya Orta Anadolu? Karadeniz? Uzay değil anamın babamın memleketi bunlar. Şu an pek çok şeyden utanç duyuyorum ama en çok, benimkilerin kaçarak kendini kurtardığı o memleketler için bir şey yapmış olmamaktan. Daha birkaç sene önce hemşehri olduğumuz islamcı tüccar çocuğu akademisyen bir “arkadaş” köy enstitülerini küçük görer şeyler söylediğinde ağzının ortasına sıçmamış olmaktan. İki dedem bir anneannem köy enstitülü iken hem de. Şimdi de kendi övüyor köy enstitülerini, sanki başından beri övmüş gibi, YAVŞAK. En kısa zamanda özel olarak Orta Anadolu’da çalışan bir sivil toplum örgütüne gönüllü olmak için başvuracağım, ÇYDD olabilir. Eğitim ve hukuk alanında elimden ne gelirse yapmak istiyorum. Yetişkinleri ve onların Almanya’daki ikiyüzlü akrabaları için umut kalmamış olabilir ama gençler için. Etrafımdaki her boku bildiğini sananlara yeterince kusursuz, yeterince solcu, liberal, yeterince moda gelmemesi umrumda değil. Ki ben kendimi laik sol-liberal olarak tanımlayan bir insanım, liberallerin bile son on yıldaki olağanüstü sıçışları yüzünden artık kendilerine liberal diyemedikleri şu günlerde (hepsi bir gecede marksist oldu hayırdır). Artık şu kafadayım, sen misin benim memleketimi Rakka’ya çevirmeye çalışan, karısı kızı helalimizdir falanlar, son damlasına kadar mücadele edeceğim. Ya Kılıçdaroğlu? Defol artık kardeşim DEFOLLL. Bu geldiğimiz durum seni fersah fersah aşar. Kürt hareketi olağanüstü bir baskı ve zulüm altında ve buna rağmen halkını mobilize edebiliyor, güven verebiliyor. Demirtaş o yüzden hapiste zaten. Bunu yapabildiği için. Adam konuşunca dinleyene bir güç geliyor, bir umut geliyor. İslamcı olmayan Türk halkının busu bile yok. Ellerinden gelse Merak Akşener’i de tıkarlar hapse. Kimi hapse atıp atmayacaklarını, kim muhalefet olarak daha tehlikeli iyi biliyorlar. Özetle öfkeliyim ve bir o kadar da cesur hissediyorum, belki hiç olmadığım kadar. Böylesine göz göre göre bir soyguna uğramış olmanın verdiği gaz var. Dişlerim gıcırdıyor, sanki ellerime yükleme yapılmış gibi, kendime neredeyse yabancı gelen bir kudret hissediyorum.
Başak: Çok iyiyim. Biz kazandık. Ne yaparlarsa yapsınlar bunu görmek bana çok iyi geldi. OHAL koşullarında, muhalefet tamamen baskılanmışken, resmen topla tüfekle girdiğimiz referandumdan yüzde 52 aldıysak daha ne olsun. Baştakilerden her şeyi bekliyorum artık. Hayır’ımızı çalmalarına da çok şaşırmadım. Ama beni esas umutsuzluğa sevk eden düşünce iki yıldır devam ettirdikleri bu hukuksuzluğun halktan çok daha büyük destek aldığını düşünmekmiş. Bunun böyle olmadığı ortaya çıktı referandumla. Kendimi geçen haftadan çok daha umutlu hissediyorum.
Handan: Bok gibiyim.
Zeynep: Valla kapattım şalterleri, şahaneyim. Okul da bahar tatilinde olunca kendimi çayıra çimene vurdum, mis gibi bahar havasına. Kot mont sezonu açıldı artık, eskiden bu yetiyor muydu mutluluğa? Yetiyordu. Tamam o zaman. Dışarısı baharsa içerisi de bahar. Gündemle bağımı koparıp eski günlere geri dönmeye karar verdim. Meteoroloji olayları, sevdiceğimin gül cemali, en ucuza en uzun yaz tatilini nerden çıkarabileceğim, bunlarla ilgileneceğim artık. En güzel yıllarımı T.C’ye vermemek de bir direniş.
Eylül: Pazar gecesi itibarıyla yurt dışına çıkış olasılıklarını araştırmaya başladım. Gitmek istiyorum bu lanet ülkeden. Evet, bu kadar KLİŞE. Daha önce gitmek isteyenleri kınayan Facebook paylaşımları yaptığım, dalga geçen Oneido yazıları paylaştığım için utanıyorum. Benim şu an yaşadığım hisleri insanlar o zaman yaşamışlar demek, benim şu an görebildiğimi onlar çok daha önceden görmüşler. Gecemi gündüzüme katıp çalıştım referandum için, ailece seferber olduk, hepimiz bir sandık başındaydık. Gece yarılarına kadar sandıkların, oyların, pusulaların takibini yaptık. Dalga geçer gibi, gözümüzün içine baka baka sahte oylarla çaldılar seçimi. Kimi kime şikayet edebilirim? Hakkımı kimden arayabilirim? Hiç bir şey yok. Bu ülkede şu an bile hiç bir çıkış kapısı, hiç bir hak arama merci, hiç bir güvenilir kurum yokken, başkanlıktan sonra ne olacağını düşünmek bile istemiyorum. Birileri “aslında biz kazandık” dedikçe sinirlerim zıplıyor, neremiz kazandı? Kazanmışa benzer bir yanımız mı var bizim? Şerefli mağlubiyet filan diyorlar bir de, herkesin suratına yumruk atmak istiyorum. Nasılsın diye sorana bile tahammülüm yok aslında da sana ayıp olmasın dedim.